TÜRK SİBER SAVUNMA KUVVETLERİ
  Merc-i Dabîk ve Ridaniye Savaşları
 
Osmanoğulları’nın takip ettikleri siyasette MISIR savaşları, belirli bir zaman içinde dönüm noktası olmuştur. Bunlar yalnız meydana getirdiği askerî sonuçlar bakımından da geleceğe mües­sir olmuştur. Yavuz Sultan Selim; Çaldıran meydan muharebesini kesin bir zaferle sonuçlandırınca, ele geçirdiği çok kıymetli mallar, binler­ce esir, birçok bilim adamı ve sanatkârlarla İstanbul’a dönmüştü. Bu zafer askeri sevince boğmuş, onları üstün morale de kavuştur­muştu. Ordunun beraberinde getirdiği âlimler, sanat erbabı, memlekette büyük hizmetler yapmış, Topkapı Sarayı hazine­leri inci, yakut, zümrüt taşlarla süslü tahtlar, zarif çiniler, altın eserlerle dolmuştu. Padişah’ı emellerinden ilkine kavuşturan bu zafer; onu Kahire yollarına, Ehramlar ülkesine sevk etmiştir. Mısır, Suriye Türk Memluklu İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak, Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığı için elzem ve son çare idi. O büyük padişah, büyük komutan, İslamî birliği sağlama ve dünyada tek bir İslâm devleti oluşturma yolunda Suriye ve Mısır çöllerine düşmüştü. MERCİDABIK MEYDAN MUHAREBESİ (24 Ağustos 1516) Halep civarında bir yerde 24 Ağustos 1516 tarihinde, Yavuz Sultan Selim’in başkomutanı olduğu Osmanlı ordusuyla, Türk Memluk Sultanı Kansu Gavri’nin komuta ettiği Memlûk ordusu arasında yapılan ve Osmanlı ordusunun kazandığı savaşa MER­CİDABIK meydan muharebesi denilmektedir. SAVAŞIN SEBEPLERİ: Osmanlı’yı Mısır’la savaşa götüren sebepleri daha evvelki ta­rihlerde aramak doğru olur. Fatih Sultan Mehmed’in ölümünden sonra, İslam dünyasında birbirine rakip iki devlet karşı karşıya kalmıştı. Bunlardan biri Osmanlı Devleti, diğeri Mısır ve Suriye’ye hâkim Memluk Türk İmparatorluğu idi. Bu iki devletin günün birinde birbirlerine üs­tün olmak gayesiyle çatışması düşünülebilirdi. Akdeniz’in doğu­suna ve Suriye’ye hâkim olmak her ikisinin çıkarları içindi. Ön­celikle Mısır’ın başındakiler ülkelerinin emniyeti bakımından, memleketlerinin ileri mevzileri yerinde gördükleri, Suriye, Filis­tin gibi bu iki önemli yere sahip çıkmak istiyorlardı. Bu istekleri ise; Osmanlı padişahlarının işine, çıkarlarına aykırı düşüyordu. Onlar da buralara sahip olmak istiyorlardı. Bu hal ise iki ülke hü­kümdarını birbirine düşürüyordu. Karşılıklı rekabette Mısır daha ileride görünüyordu. Çünkü Mısır’da son Abbasi halifesi, Müslü­manlığın başı olarak orada bulunuyordu. Bu suretle de Mısır’ın İslam dünyasındaki yeri de üstün görünüyordu. Mısır, bu dini im­tiyazlarını siyasi emellerinde her zaman kullanabilirdi. Bu da Müslüman Osmanlı Devleti için bir eksiklik idi. O halde Osman­lılar bakımından bu üstünlüğü ilk fırsatta ele geçirmek lazım ge­liyordu. Bu durumda; Osmanlıların Batı siyasetine son verip do­ğuya dönmeleriyle olabilirdi. Osmanlı Padişahı II. Bayezid zama­nında tamamen doğu siyaseti güdülmüş, bu sebeple de Mısırlılar­la çatışmalar başlamıştı. Doğudaki büyük tehlike olan SAFEVİ İmparatorluğu’nu Çal­dıran meydan savaşında ortadan kaldırmakla emellerinden birine kavuşan Yavuz Sultan Selim; şimdi de İslam’ın halifesini ülke­sinde esir gibi barındıran onu bir kalkan gibi gayelerine hizmet ettiren Türk Çerkeş Kölemenlerinden kurulu Mısır Devleti’ni dağıtmak, İslam’ın halifeliğini ellerinden almak, bu suretle de Anadolu’nun bir gün Mısırlıların ellerine geçmesine engel olmak istiyordu. İşte Yavuz Sultan Selim’in kafasındaki ikinci emeli, daha doğrusu en büyük hedefi bu idi. Bu suretle İslam’ın halife­sini İstanbul’a getirecek, İslamiyet’in merkezi İstanbul olacak, bu başarı ile ana hedef olan İslam birliği kurulacaktı. Mısır Devleti’yle Osmanlı Devleti arasında münasebetler Orhan Gazi devri­nin son zamanlarında başlamıştı. Önceleri dostane başlayan ya­kınlık, sonraları devlet çıkarları yüzünden bozulmaya başlamıştı. İlk bozuşma Fatih Sultan Mehmed’in padişahlığı devresinde pat­lak verdi. Müslümanların mukaddes hac için giderlerken geçe­cekleri yollar üzerinde, hanlar, sarnıçlar kuyular bakımsızlıktan işe yaramaz hale gelmişlerdi. Hacılar hac yolculuğunda müşkülata uğruyorlardı. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed tarafından, Halife’yi memleketlerinde barındıran Mısır Devleti’nden bunla­rın tamiri istenmiş ise de, Mısır Devleti, ülkelerinde Osmanlıların tesirleri olur düşüncesiyle bu harap yerleri tamir ettirmemiş, kendileri de bakmamış, perişan halde bırakmıştı. Bu hareketler Osmanlıları çok kırmıştı. Yine bu devirlerde Mısır Devleti’yle Osmanlı Devleti arasında tampon görevi yapan Zülkadiroğulları Beyliği’nin bir miras meselesi ortaya çıkmış, mirasçılardan bir kısmı Osmanlı Devleti’ne, bir diğer kısmı da Mısır Devleti’ne sı­ğınmış, iki devletin o zamanlar aralarının açılmasına sebep ol­muştu. Fatih Sultan Mehmed muhtemelen (bazı tarih yazarlarına göre) Mısır’la savaşa giderken ordusu başında Gebze civarında hastalanmış ve ölmüştü. Bu suretle muhtemel bu girişim yarıda kalmıştı. Fatih’ten sonra II. Bayezid’in padişahlığı döneminde iki devletin arası iyice açıldı. Bayezid’in kardeşi Şehzade Cem olay­ları, bir de Hint hükümdarının Osmanlı Devleti’ne gönderdiği he­diyelerin Mısır topraklarında yol kesilerek gasp edilmeleri iki devlet arasında savaş sebebi olmuş, 6 yıl kadar süren savaşlar ya­pılmış, bazılarında Mısırlılar, bazılarında da Osmanlılar yenilgi­ye düşmüşlerdi. Nihayet TUNUS Emiri’nin arabuluculuğuyla gö­rüşmeler sonucu 1490 yılında iki devlet arasında bir barış anlaş­ması yapılmış, bu suretle de 25 yıl kadar Osmanlılarla Mısırlılar bir daha çarpışmamışlar, barış içinde yaşamışlardı. Yavuz Sultan Selim’in padişahlığı devresinde Çaldıran sava­şı sonucu İran topraklanıla Doğu Anadolu kâmilen Osmanlıların eline geçmişti. Ele geçen bu yerler için ELBİSTAN, MARAŞ bölgesinden oluşan Zülkadiroğulları Beyliği de ele geçiril­mek istenmişti. İran’a Safevi Devleti’yle savaşa gidilirken Zülkadiriye Beyi ALAÜDDEVLE’den yardım isteyen Yavuz Selim’e Alaüddevle yardım etmediği gibi, Şah İsmail’in tarafını tuttuğu­nu göstermekten de çekinmemişti. Çaldıran zaferinden sonra bu Bey’in de haddi bildirilmek hazırlıkları içinde bulunulurken, Mı­sır Devleti Sultanı KANSU GAVRİ, Yavuz Sultan Selim’e bir sefir göndererek; Zülkadiriye Beyliği’yle ilgili şu isteklerde bu­lundu: Zülkadiriye Beyi’nin Mısır Devleti’nin koruyuculuğunda olduğu, bu ülkede Mısır Sultanı adına hutbe okutulduğu, para ba­sıldığı bildiriliyor, buradan uzak bulunması isteniyordu. Hâlbuki o sırada bu yerlerin Osmanlı toprakları içine alınması planları ile savaş hazırlıkları yapılıyordu. İşte Mısır’a karşı açılacak savaşa sebep bulunmuştu: Mısır’dan gelen elçiye; Kansu Gavri’nin kud­reti varsa önce kendi devletini korusun cevabı yollanmış, arkasın­dan Zülkadiriye ele geçirilmiş, Alaüddevle esir edilmiş, sonra başı kesilerek ve kesin cevap olarak Mısır Sultanı Kansu Gavri’ye gönderilmişti. 1516 tarihinde doğuya savaş haberi dünyaya da duyurulmuştu. Yavuz Sultan Selim’in tamamını ortadan kal­dırmadığı Safevi Şahı İsmail telaşa düşmüş ve Kansu Gavri’ye "Bizim işimizi bitirince size dönecektir, gel ittifak edelim beraber karşı koyalım" diye haber göndermişti. Zaten Osmanlıların As­ya kıtasında doğuya doğru akması Kansu Gavri’nin işine gelmez­di. Asya’da kuvvetli bir Osmanlı Devleti, Mısır Devleti’nin çı­karlarına ters düşerdi. Eğer karşı koymazsa Osmanlı seli doğuya yayılınca, güneye dönecek, Suriye’nin, Filistin’in tüm toprakları­na yayılacak, oradan da Nil vadisine uzanıp Ehramlar ülkesine dayanacaktı. Bu şartlar altında bu iki devletin savaşmasından başka çare de kalmıyordu. Sultan Kansu, Şah İsmail’in teklifini kabul etti ve ona yardıma karar verdi. Bu durum karşısında Kan­su önce bütün komutan ve vezirlerini toplayarak genel durumu gözden geçirdiler ve kaçınılmaz bu tehlike karşısında Osmanlı­larla savaşa karar verdi. Daha sonra Sultan Kansu’nun kardeşi­nin oğlu Tomanbay’ı Mısır’da bırakıp, kendisi 50.000 kadar do­nanımı ve savaş gücü mükemmel süvarilerden kurulu ordusuyla Osmanlıların doğuya karşı hareketini önlemek üzere Suriye’ye gitti. Osmanlılara gelince: Barışla bir uzlaşma imkânı görülmeyen bu durumda Yavuz Sultan Selim bütün komutanlarını, vezirlerini ve devlet büyüklerini bir araya topladı. Memlukluların, Osmanlıları Safeviler üzerine gitmekten alıkoyduğu şayiaları bu mıntıka­daki Şafi halk arasında süratle yayıldı. Selim, ulemaya müracaat ederek mülhitler (putperestler) üzerine gidilmesini önleyen Sün­ni hükümdarlara karşı hareketlerini tecviz eden fetvalar aldı. Durumu tartıştılar ve harbe karar verildi. Bu yönden bütün ih­tiyaç sağlandı. Gidilecek yollarda çalışmalar başlatılarak, ikmal noktaları kuruldu, erzak ve ihtiyaçlar depo edilmeye başlandı. Yavuz Sultan Selim; savaşı mükemmel hazırladığı gibi, ülkenin genel siyasi durumunu da gözden kaçırmadı. Düşmanlarını teker teker yok etme prensibine göre hareket eder, bir düşmanla sava­şırken diğeriyle dost olurdu. Anadolu’nun doğu ve güneyinde sa­vaşta iken Avrupalıların Rumeli’nde bir olay çıkarmaları, her yönden devletin durumunu tehlikeye düşürebilirdi. Bu ihtimali göz önünde bulundurmak ve bu hallere evvelden çareler aramak lazımdı. Yavuz Sultan Selim bunları düşünmüş ve bütün komşu devletleriyle, evvelce yapılmış barış anlaşmalarını tazelemiş ve­ya olmayanlarla yeniden barış anlaşmaları yapmıştı. Şimdi yalnız büyük hedefi Doğu Anadolu’da, Güney Anadolu’da ve daha ileri­lerde idi. İstanbul’da Kâğıthane, Şişli, Eyüp bölgesinde ordu yığınağı yapıldı. İlk olarak kapıkulu süvarileri ve topçular, Boğaz’ı karşı­ya geçtiler. Ordugâh Üsküdar çevresinde kurulmuştu. Sadrazam Sinan Paşa, Yavuz’un başında bulunduğu ordunun hareketlerin­den 38 gün evvel İstanbul’dan harekete geçmiş, Kayseri’den Toroslara doğru yürüyüşe başlamıştı. Bu sırada Osmanlı Devleti sı­nırlan ile Suriye arasındaki Toros Dağları’nda karlar erimiş bulu­nuyordu. Bu harekât sırasında bölgede zelzele olmuş, Toros üze­rinde meydana gelen büyük yarık, Suriye ile Anadolu arasında tek geçit veriyordu. Bu geçitin adı Demirkapı geçidi idi. Sinan Paşa, ordusuyla buradan geçip Fırat üzerine yürümeye karar ver­mişti. Bu durumda Kahire tehlikeyi anlamış, Kölemenler çokça süvari kuvvetleriyle geçide daha evvel gelerek Sinan Paşa’nın buradan geçmesini engellemişlerdi. Mısır orduları, yıllardan beri Suriye’yi İlhanlılara, Timurlenk’e karşı başarıyla savunmuş, bu cihangirleri yurtlarına sokmamış çetin ve cesur insanlardı. İSTANBUL’DAN MERCİDABIK’A: Kölemen ordularının Sinan Paşa ordusuna Demirkapı geçidi­ni kapadığını öğrenen Yavuz Sultan Selim, her yönden hazırlan­mış Osmanlı ordusuyla 7 Haziran 1516 günü Üsküdar’dan hare­kete geçerek Maltepe-Gebze-Hereke-İznik-Yenişehir-İnönü-Af-yon-Akşehir-Ilgın yoluyla önce Konya’ya geldi. Burada ordugâ­ha geçti. Padişah, Mevlana’nın türbesini ziyaret etti. Osmanlı ordusu Konya’da iken, Diyarbakır Beylerbeyi Bıyık­lı Mehmed Paşa, İranlılarla yaptığı ve kazandığı savaşın müjde­sini gönderdi. Şah İsmail’in komutanlarından Karahan’ın kesik başıyla onbinlerce İranlı askerin öldürüldüğü haberini Padişah’a yollamıştı. Bu suretle bütün Kürdistan, Osmanlıların eline geç­ misti. Artık doğu sınırları tamamen emin bir hale gelmişti. Yük­sek bir moralle Konya’da derlenip toparlandıktan sonra Bıyıklı Mehmed Paşa’ya Fırat Nehri üzerinde orduya katılması emre­dildi. Osmanlı ordusu, 5 Temmuz 1516 günü Konya’dan hare­ketle Niğde-Karahisar-Kayseri-Sarmısaklı-Şahnakayası-Orlu pınar yoluyla 13 günde Elbistan’a geldi. Elbistan’da bir gün ka­lındı. Burada padişah kuvvetlerini bekleyen Sadrazam Sinan Paşa kuvvetleriyle birleşilip tekrar yürüyüşe geçildi ve sınırdan aşılarak Şeytan Suyu’na ve nihayet 28 Temmuz 1516 günü Ma­latya’ya gelindi. 30 Temmuz 1516 günü Malatya’dan yürüyüşe geçilerek Dokumaçayı denilen yere gelindi. Burada 5 gün dinlenildi. Bu süre içinde düşman kuvvetlerinden haber gelmeye başladı. Mı­sır hükümdarı Kansu Gavri’nin ordusuyla birlikte Halep’te ol­duğu öğrenildi. Yavuz Selim, 4 Ağustos 1516 günü divanı topladı ve alman haberler değerlendirildi. Durum tartışıldı. Sonuç olarak; Mısır ordusunu yok etmek maksadıyla rastlanıldığı yerde taarruz et­mek üzere yürüyüşe karar verildi ve derhal yürüyüşe geçilerek 9 Ağustos 1516 günü Bucakdere denilen yere gelindi. Burada iki gün dinlenildi. Hemen sonra yürüyüşe devam edildi. Merzeman Suyu’na gelindiği zaman burada Ayıntap Beyi YUNUS Bey, Yavuz Selim’in huzuruna çıkarak bağlılığını bildirdi. Yu­nus Bey’in kılavuzluğunda Ayıntap’a girildi. Bir gün kalındık­tan sonra ertesi gün tekrar divan toplandı. Mısır, Filistin ve Su­riye’nin sonunu belirleyecek büyük meydan savaşına karar ve­rildi. Ordu son bir defa padişah tarafından denetlenildi. Yeniçe­riler gözden geçirildi. Askere ulufeleri dağıtıldı. Ordunun var­dığı Tılıhabeş’ten yürüyüşe geçilirken, Bursa Beylerbeyi Koçlu Bey’le Teke Bey bir grup süvari kuvvetleriyle öncüye memur edildi. Ordunun önünde ileriye gönderildi. Bu iki cesur komutan yürüyüş yolu boyunca rastladıkları karşı kuvvetlere saldırdılar, çarpışmalarda birçoğunu öldürdüler, kalanları da esir ederek ka­fileler halinde Padişah’a gönderdiler. Çaldıran zaferi her türlü müşkülatıyla beraber ordunun mora­lini en yüksek noktaya çıkarmıştı. Yenilgi yüzü görmemiş bir as­ker, azimkâr bir başkomutan, şanlı orduyu zafere götürüyordu. Küheylan atları üzerinde, parlayan mızrakları, rengârenk bayrak­ları, dalgalanan sayısız tuğları yenmek, yok etmek arzusu ve az­miyle bu ordu yürüyordu. Mısır ordusu Başkomutanı Kansu Gavri, yapılacak başka bir şey kalmadığını görünce, komutanlarını ve vezirlerini toplayarak, durumu bir defa daha gözden geçirdi ve çaresiz karşı koymaya karar verdi. Kansu Gavri, Çerkeş komutanlarından GERTABA’yı 30.000 kişilik bir süvari kuvvetiyle öncüye memur ederek ileriden gönderdi. Kendisi de geri kalan kuvvetlerle ayrı bir grup halinde Halep’ten çıkıp TILIHABEŞ genel istikametinde yürü­yüşe geçti. Osmanlı ordusu öncü kuvvetleriyle düşmanın bütün harekâ­tını yakından izliyordu. Bu suretle de Yavuz Sultan Selim daha MERCİDABIK ovasına gelmeden düşmanın, hatta savaş arazisinin durumlarını kendi görmüş gibi biliyordu. Koçi ve Ferhat Beyler Osmanlı ordusunun savaşta en uygun düzeni alması için lüzumlu zamanı ve yeri ordularına kazındırmış bulunuyorlardı. Yavuz Sultan Selim de emirlerini vererek ordusunu savaşacak en iyi du­ruma sokuyordu. Alınan son haberlere göre, Kansu Gavri or­dusunun MERCİDABIK ovasında toplanmış olduğu öğrenildi. Yavuz Sultan Selim düşmanı görecek bir yakınlığa geldiği zaman dinç, yüksek boylu atlarla sırmalı ve gümüş kakmalı süslü eğerler üze­rinde dimdik oturan, güneş altında pırıl pırıl parlayan çelik başlı, her tarafları zırhla örtülü, rengârenk elbiseler içinde mağrur düş­manı görünce şaşırmıştı. Yanından hiç ayrılmayan İbni Kemal Şemseddin’e: "Nedir bu ihtişam lala?" demekten kendisini alamadı. Şemseddin Efendi: "Sultanım, kahraman askerlerimiz bu zenginlik karşısında da­yanamaz her türlü fedakârlığı göze alarak saldırır. Bu bakımdan altın ve gümüşle donanmış düşman askerleri, zaferin sizin tarafta olduğunu gösterir" diyerek Padişah’a moral verdi. Artık duracak zaman yoktu. Emirler verildi. Savaş düzeni alındı. Osmanlı ordusu muharebeye hazırdı. TARAF ORDULARININ KARŞILIKLI DURUMLARI:
Osmanlı ordusu: Yavuz’un padişah bulunduğu sıralarda ordusunun kuruluşu şöyle idi: Osmanlı ordusu 196 ortadan (taktik birlikten) oluşuyor­du. Her orta 100–500 er-erbaştan kurulu idi. Piyade sınıfı tüfekli yeniçerilerden oluşuyordu. Bunların ortalarında acemioğlanları, sekbanlar vardı. Her yeniçeri bölüğü 120 erdi. Sekbanlar ve acemi oğlanlar bu sayının dışında kalıyorlardı. Bunlar da her bölüğü 100 kadar mevcutla çoğaltırlardı. Hepsi 101 bölüktü. Toplam ola­rak 12.000 yeniçeri, 10.000 sekban, 10.000 acemi oğlan olarak ayrı bir gruptular. Bu kuvvetlerden başka; Gelibolu, İstanbul ter­sanelerinde yetiştirilmiş bulunan azap adı verilen piyadeler de sa­yıyı çoğaltıyordu. Ayrıca orduda bir sipahi sınıfı vardı. Bunlar da yemin, yesar diye iki kısımdan ibaretti. Rumeli ve Anadolu sipahilerinden baş­ka, Padişah’ın çevresinde 20.000 kadar ayrıca kapıkulu süvarisi de bulunuyordu. Yavuz Sultan Selim, İran Safevileri ile yapılacak savaş gider­ken ihtiyaç karşılığı, ordu kuruluşlarına ayrıca (keşif yapmak, düşman memleketi içlerine sızarak karışıklıklar çıkarmak, kendi ordularının yığınağını örtmek, düşman yığınaklarını bozmak gö­revleriyle) akıncı adı verilen bir süvari birliği de kurmuştu. Mısır Devleti’yle yapılacak savaşa katılacak Osmanlı ordula­rının mevcudu 60.000 kadardı. Bundan başka topları götürecek ve kullanacak topçu sınıfından erler de vardı. Bu kuvvetlerden başka, her eyaletten, masrafları beylerbeylerince sağlanan savaş­çı süvari kuvvetleri de ordu sayısını çoğaltıyorlardı. Pek çok yer­li ve yabancı tarih yazarlarına göre; Osmanlı ordusu 80.000–120.000 kadar piyade ve süvari birliklerinden oluştuğu yazılmak­tadır. Topçu sınıfı erleri bu sayının dışında idi. Osmanlı ordusunun silahları: Yakın savaş silahları: Kılıç, kalkan, mızrak, balta. Uzaktan kullanılan savaş silahları: Kargı, tüfek, karabina, ta­banca; ayrıca 300 kadar çeşitli çap ve büyüklükte toplardı. Bu toplar öküz ve mandalarla çekilerek, savaş alanına kadar ordunun peşine takılarak götürülür, savaş alanlarında duruma uygun mevzilendirilerek, çok kuvvetli bir ateş desteği sağlarlardı. Ayrıca Osmanlı ordusunun savaşa denizden katılmak üzere ve erzak, cephane taşımak üzere büyük donanmaları da mevcut­tu. Bu gemiler; Bastarda, Çektiri, Mavna, Göğe adlarını alırlardı. Bu donanma efradı (leventler) sayısı da en az 14.000 kadardı. Mı­sır savaşına katılmadan önce Osmanlı donanması, o devirde en kuvvetli devletlerden olan Venedik ve İspanya donanmalarına eşit kuvvette idi. MEMLUK ordusuna gelince; Mısır Devleti’nin o devirlerde bir özelliği vardı. Devleti oluşturanlar, buraya Kafkasya’dan gel­miş Çerkeş ve Kölemen komutanlarından ve bu komutanların ara­larından seçtikleri başkanlardı. Mısır Devleti bunlarca yönetilir­di. Sultan Kansu Gavri, komutanların seçip başlarına getirdiği, devlet ve orduyu idare eden kişiydi. Mısır’ın yerli halkı; devlet başkanı, orduların başkomutanı ve beraberindeki komutanların bütün masraflarını karşılarlar, devlet başkanı ve komutanlar da sanki Mısır kendi ülkeleriymişçesine burayı idare ederlerdi. Ge­nel olarak Çerkeş Memluk Türk orduları, süvari kuvvetlerinden oluşurdu. Bu insanlar olağanüstü cesur, tecrübeli ve usta muha­riplerdi. Bütün Memluk ordusunun 24 komutanı vardı. Bunlara emir-ül mülk adı verilmişti. Devletin kuruluşunda 12’si Mısır’da, 12’si Suriye’de olmak üzere 24 vali vardı. Mısır ordusu 3 kısımdan oluşuyordu. 1- Kölemenler, 2- Celivbanlar. (bunlar esirlerden kurulu kuvvetlerdi, çoğu Habeş’tiler), 3- Korsanlar (bunlar çeşitli mil­letlerden vücuda getirilen paralı askerdi). Bu askerlerden baş­ka Kudüs, Nablus, Bealbek’ten gelme askerler de vardı. Yine birçok tarih yazarlarına göre; Mısır-Osmanlı savaşında Mısır ordusu da 12.000 kadarı Memluk, 60.000 kadarı Arap olmak üzere 70 bin kadar askerden oluşuyordu. Mısır ordusunda top yoktu. Yalnız ordu tümüyle zırhlı idi. Mükemmel silahlarla teçhiz edilmişlerdi. Mısır ordusunun kendilerine has bir savaş usulleri vardı. Düşmanlarına rastladıkları yerde hep birlikte saldırırlar, ilk hamlede sonuca varmak isterlerdi. İstedikleri başarıya ulaşamazlarsa, savaşı keserler, hep birlikte çekilirler, bir kaleye kapanıp ikinci bir saldırı fırsatı beklerler ve bu yeni sal­dırı için hazırlanırlardı. Savaş alanı MERCİDABIK’ın coğrafi durumu: MERCİDABIK, Halep şehrinin 39 km. kadar kuzeyinde, Ki­lis’in 24 km. kadar güney doğusunda KOVİK Suyu kıyısında bir ova idi. Savaşa her yönden elverişli geniş düzlüktü. Genel olarak batıdan doğuya, kuzeyden güneye doğru Gâvur Dağları’nın Fırat Nehri’nin akış yönünü teşkil eder. Daha güneyde Halep şehrinin bir yanını örten, mevzi olmaya elverişli Çelebi Saman Dağı var­dı. Mercidabık’a en yakın şehir Halep olup, o sırada kuvvetlendi­rilmiş bir kale halinde bulunuyordu. OSMANLI ORDUSU: Sağ yanda Veziriazam Sinan Paşa komutasında Anadolu as­kerleri. Bu yandaki kuvvetlerde komutan olarak Anadolu Beyler­beyi Sultanoğlu Zeynel Paşa, Ramazanoğlu Mahmud Bey, Kara­man Beylerbeyi Hüsrev Paşa gibi komutanlar bulunuyordu. Mer­kezde (ortada) yençeriler. Kapıkulu sipahileri ve azap askerlerin­den mürekkep kuvvetler. Bu gruba başkomutan Sultan Selim ko­muta ediyordu. Sol yanda. Vezir Yunus Paşa komutasında Rume­li askerleri bulunuyordu. Ayrıca komutan olarak Rumeli Beyler­beyi Yusuf Paşa, Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa ve Amasya Beylerbeyi Damat İsfendiyaroğlu Mehmed Paşa ve Ya­vuz Selim’in kaim pederi Kırım Hanı Mengli Giray’ın iki oğlu Sadet ve Mübarek Giray bulunuyorlardı. Orduda mevcut 300 ka­dar top cephe önünde, azap askerlerinin gerisinde, ayrıca yan kuvvetlerinin gerilerinde mevzilendirilmiş bulunuyordu. Bu sa­vaşta da aynen Çaldıran savaşı tertibi aldırılmıştı. Ayrıca cephe önünde birbirine zincirlerle bağlanarak kuvvetli bir engel kurul­muş ve yine cephe önünde bütün arabalardan ve develerden mü­rekkep barikatlar vücuda getirilmişti. MEMLUK ORDUSUNDA: Sağ yanda Halep Valisi HAYIR BEY komutasındaki birlikler, merkezde (ortada) diğer komutanlarla birlikte Kansu Gavri komutasındaki birlikler, solda Sıbay ve Korsan denilen askerler tarafından tutulmuştu. Bunların gerisinde Celibanlar yerleştirilmiş bulunuyordu. Mısır ordusu bu tertibi cepheden saldırırken yanlardaki kuvvetlerle Osmanlı ordusunun yanlarını ve gerilerini kuşatacak ve Osmanlı ordusunu yok edeceklerdi. MERCİDABIK MEYDAN MUHAREBESİNİN YAPILIŞI (24 Ağustos 1516) > Yukarıda tertiplerini anlattığımız iki ordu da aynı zamanda saldırıya geçerek önce ileri kıtalarıyla birbirleriyle temas kurmuş ve hemen arkasından top, tüfek sadalan, kös, nefir ve mehter evazeleri içinde Osmanlı toplarının dehşet veren patlama ve ölüm kusan mermileri savaş sahasını kara dumana ve kana boğmuştu. Bu hengâme içinde ipek bayraklar, beyaz kavuklar, mavi, kırmızı, erguvani ve bordo renkli elbiseler, uzun mızraklar, parlak zırhlı çelik başlıklar, uzun sorguçlar, çeşitli renkte bayrakların dalgalanmaları görülüyor, atların kişnemeleri, askerlerin Allah Allah sesleri duyuluyor, her iki taraftan davullar, kösler ve girenayların çıkardığı gürültü savaşa bir başka dehşet veriyordu. Osmanlıların topçu ateşleri desteğinde süvarilerinin ileri atılması çok korkunç olmuştu. Her iki taraf ta birbirlerinin üzerine olanca azim ve gayretleriyle ölümü hiçe sayarcasına atılmaları, kırılanlar, doğrulanlar, yıkılanlar, yerlere serilenler görülüyor, ölünüyor, öldürülüyordu. Savaş durmuyor, ardı arkası kesilmiyordu. Yavuz Sultan Selim ve Osmanlı Türklerinin bütün komutanları bu çarpışmalara ellerinde kılıçları ve atların üzerinde katılıyor vuruşuyorlardı. Kahraman askerleriyle yan yana çarpışıyor, onlara örnek olarak teşci ediyorlardı. İşte bu sırada Memlukluların Celiban denilen grubu Osmanlı ordusunun yanlarım kuşatacak şekilde ilerlediler. Düşman sıklet merkezinin yanlarda toplandığı ve Osmanlıların buralarda bozulma emareleri görüldü. İşte bunu anında gören ve yağız atıyla her tarafa yetişen Yavuz Sultan Selim, yanlardaki bu karışıklığı düzeltmek için, Sinan Paşa ile Yunus Paşa’yı birer fırka ile her iki yanı da kuvvetlendirmek için görevlendirdi. Kendisi de bütün kuvvetleriyle düşmanın cephe ortasına saldırdı. Şimdi de bütün düşman cephesini kuşatan Osmanlı karşı taarruzu başlamıştı. Savaş son derece şiddetli bir hal almıştı. Aralıksız ateşe devam eden Osmanlı toplarının düşman üzerinde tesiri müthiş oluyor, düşman kütleler halinde kırılıyordu. Korkunç topçu ateşi desteği altındaki Osmanlı ordusunun durmaksızın taarruzları, Çerkez, Kölemen ve Arapları ummadıkları bir dehşetle şaşırtıyor, ne yapacaklarını bilemez bir hale geliyorlardı. Mısır ordusu, bu kudretli ateşe ve aralıksız saldırılara dayanamadı. Bozulma emareleri görüldü. Çekilmeler de başladı. Bu sırada Başkomutan Kansu Gavri’nin kulakları dibinden geçen bir top mermisi 80 yaşındaki sultanın beyin kanaması geçirerek felçli bir halde yere serilmesine sebep olmuştu. Bu durum Mısır ordusuna çok tesir etti. Mısır ordusu sarsılmış ve şaşkın bir şekilde çabalıyordu. Bu durum Yavuz Sultan Selim’in gözünden kaçmadı. Dâhiyane bir manevra ile Osmanlı sağ ve sol yan kuvvetlerini düşman gerilerinde birleştirerek onları çember içine almayı başardı. Bu çember gittikçe daraldı. Mısır ordusunda kaçabilenler dışında tümü kılıçtan geçirildi. Kurtulabilen düşmanın iki büyük komutanı biri Şam, diğeri Halep istikametinde kaçıyorlardı. Osmanlı ordusu bunların peşini bırakmadı. Komutan HAYIR Bey’in takibine Yunus Paşa gönderildi. Maksat Haleb’i süratle ele geçirmekti. Memluk ordusunun bu küçük parçasına, yeni bir mevzi kurma fırsatı vermeden mukavemetlerini kırmaktı. Zaten Halep, Mısır’a karşı yapılacak bundan sonraki harekette büyük bir öneme sahipti. Buranın düşman elinde bulunması Osmanlı ordusunun gerisini devamlı tehdit edebilirdi. Bu düşünce mutlaka Halep’in ele geçirilmesini icap ettiriyordu. Yunus Paşa kuvvetleri, kaçan Memlukluları Halep kalesi önünde sıkıştırdı, çevirdi ve tamamını yok ederek Halep’e girdi. Komutan Hayır Bey ise durmadan kaçıyor, arkasına bakmadan Şam istikametinde çekilenlerle birleşmek istiyordu. Yunus Paşa da buna meydan vermedi. Peşini bırakmadı. Hayır Bey başına gelecekleri bildiğinden kendiliğinden Yavuz Sultan Selim’e teslim oldu. Çerkeş Kölemen Türk Mısır Devleti, kuruluşundan beri, tarihi boyunca birçok meydan savaşları vermiş, hiçbirinde yenilgiye düşmemişti. Hele böyle devlet başkanı, aynı zamanda başkomutanım savaş alanında ölüler arasında bırakmamıştı. Moğollarla, İlhanlılarla, hatta Timur’la bile savaş yapılmış, bu savaşlardan daima başları dik olarak çıkmışlardı. Bu bozgundan sonra Mısır dışında Suriye, Lübnan, Filistin, Hicaz, Osmanlıların eline geçmiş ve buna karşı koyacak ellerinde hiçbir kuvvet kalmamıştı. Kansu Gavri’nin bütün ordusu yok edilmiş, MERCİDABIK meydan muharebesi kesin bir zaferle son bulmuştu. MERCİDABIK SAVAŞININ SONUCU: Halep şehri, Kuzey Suriye Beylerbeyliği’nin merkezi yapıldı. KARACA Paşa, ilk Halep Beylerbeyi oldu. Çömlekçioğlu Kemal Çelebi de Halep Kadılığı’na getirildi. İstanbul nüfusuna yakın bir insan kalabalığı halinde yaşayan Halep şehrinde 18 gün kalındı. MERCİDABIK savaşı, koca Mısır ordusunun tamamen yok edilmesi yanında, Kansu Gavri’nin otağı, hazinesinin tamamı Osmanlıların eline geçmişti. Milyarlar değerinde altın ve gümüş paralarla beraber, bol miktarda yulaf, has buğday, ordunun yiyeceğini karşılayacak kadardı. Birçok esir arasında en önemlisi Abbasilerden III. MÜTEVEKKİL’in de bulunmasıydı. Halifelik; insanlığın son peygamberi Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz Hazretlerinin halefi (yani onun yerine bakan idareci) anlamına gelen bir makamdı. Dünyadaki bütün Müslümanların başkanlığı makamı 750 tarihinden beri 766 yıl Abbasiler’in elinde kalmıştı. Muhammed Mustafa (sav) Efendimizin amcalarından ABBAS Hazretlerinden geldiği için Abbasi denilen bu hanedan 1258 tarihine kadar Bağdat’ta, o tarihten sonra Kahire’de halifelik görevini devam ettirmişlerdi. Halifeler Bağdat’taki gibi saltanat sürmüyorlardı. Yalnız şunu iyi bilmek lazımdır ki; halifelik sadece Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’nın halefi ve İslam birliğinin ve İslam kardeşliğinin sembolüdür. Yavuz Sultan Selim, savaşlar sonrası İstanbul’a dönerken III. Mütevekkil’i ve onun amcaoğullarından Ebubekir ve Ahmet’i ve yine bu hanedana mensup birçok kişiyi de beraberinde getirmişti. Bazı tarihçiler; III. Mütevekkil, İstanbul’a gelince Ayasofya Camii’nde yapılan bir merasimde hilafeti Osmanoğulları’na devir ettiğini yazmaktadırlar. SURİYE, FİLİSTİN VE DİĞER ARAP TOPRAKLARININ OSMANLILARIN ELİNE GEÇMESİ: Osmanlı ordusunun Halep’e girişi Halep halkı tarafından sevgiyle karşılanmış, Halep kalesinin anahtarı şehir büyükleri tarafından Yavuz Sultan Selim’e verilmişti. Osmanlılar Halep’e kendi öz yurtlarına girer gibi kimsenin malına, canına, namusuna zarar vermeden girmişlerdi. Hâlbuki Cengiz Han, Hülagü, Timurlenk gibi büyük hakanlar ordularıyla Halep’e girişlerinde şehri yağma etmişler, taş taş üstünde bırakmamışlar, hatta kan bile dökmüşlerdi. Osmanlı Ordusu 15 Eylül 1516 gününe kadar Halep’te kalmış, Mısır’ın ele geçirilmesi için hazırlıklara başlamıştı. Büyük bir çölden geçilecekti. Ordunun pek çok şeye ihtiyacı olacaktı. Bu ihtiyaçlar için bu yerde Osmanlılara has devlet kuruluşları meydana getirilmiş, Osmanlı kanunları ve düzenleri buralarda uygulanmıştı. Yavuz Sultan Selim; anavatandan çok uzak bu yerlerde yapacağı harekâtın emniyetini sağlamayı da düşünmüş, ordunun yan ve gerilerini kâmilen emniyet altına aldırmıştı. Bu arada İran’a karşı da emin olmak için Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’yı kendi bölgesine göndermişti. Bu suretle Osmanlıların doğu sınırı korunmuş oldu. Osmanlı ordusu 15 Eylül 1516 günü Halep’ten yürüyüşe geçerek Hama- Humus- Aynülkays- Nebik yoluyla 13 günde Şam yakınına geldi. Yürüyüş süresince mukavemetle karşılaşılmadı. Ordu 11 gün kadar şehrin dışında MASTABA denilen yerde ordugâh kurdu. Padişah bu süre içinde şehre girmedi. Şam’da saklanmış bulunan Kansu Gavri ordusunun artıkları bir karşı koymaya cesaret edemediler, şehri boşaltıp kaçtılar. Nihayet Yavuz Sultan Selim, muhteşem bir merasimle şehre girdi. Osmanlı ordusu Şam’da 78 gün kaldı. Ramazan ve Kurban Bayramları bu şehirde geçirildi. Burada da devlet kuruluşları idareyi ele aldılar. Bu 78 gün içinde Mısır seferi en küçük ayrıntılarına kadar planlandı ve bütün hazırlıklar tamamlandı. Osmanlı ordusunu Mısır’a götürecek yol, geniş bir çölden geçiyordu. Çölde su bulmak imkânsızdı. Bu yönden hazırlanmamış bir ordunun çölden geçebilmesi düşünülemezdi. Bu sebeple birkaç bin deve alındı. Birçok su kırbaları yaptırıldı. Erzak ve mühimmat toplandı. Bunların ordu arkasından taşınması için katarlar teşkil edildi. Bu hazırlıklar yapılırken diğer taraftan Suriye ile Filistin topraklarının tümünün ele geçirilmesi sağlandı. Çölün girişinde bulunan GAZZE’ye beylerbeyi olarak İsaoğlu Mehmed Bey komutasında 7000 kadar kuvvet gönderildi. Daha sonraları yapacakları harekâtın kolaylaştırılması için evvelce gönderilenlere ilaveten Tih sahrasının kapısı olan Gazze’ye Sinan Paşa komutasında 5000 kişilik bir kuvvet daha gönderildi. BU SIRALARDA MISIR’DA DURUM Yavuz Sultan Selim ordusuyla Şam’a girdiği sırada; Memluklular, MERCİDABIK meydan savaşında kaybettikleri devlet başkanları ve ordularının başkomutanı Kansu Gavri’nin yerine yeni bir devlet başkanı seçmek için Kahire’de toplandılar. Toplananların çoğu canlarını kurtarıp Kahire’ye gelen komutanlardı. Celibanlar, Kansu Gavri’nin oğlu Seyyid Mehmed’in, korsanlar ise Tomanbay’ın devlet başkam olmasını istiyorlardı. Taraftarlar arasındaki mücadeleyi korsanlar kazandı ve Tomanbay, devlet başkam seçildi. Mısırlılar, çok yıllar evvel Cengiz Han’ın, Timurlenk’in geçmeyi göze alamadıkları Tih sahrasını, Yavuz Sultan Selim’in ordusuyla geçebileceğini akıllarına getirmiyorlardı. Bu sebeple Yavuz’un Anadolu’ya geri dönmesi halinde Şam’ı, Halep’i tekrar geri alma planları hazırlıyorlardı. Hâlbuki Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı her ne pahasına olursa olsun ele geçirmeyi azmetmiş, bu yolda meydana çıkabilecek bütün zorluklara göğüs germeyi tasarlamıştı. Mısır’ı idare edenler ikiye bölünmüş, bir kısmı sulhu, bir kısmı da savaşı istiyorlardı. Neticede, elden çıkan yerlerin geri alınması maksadıyla savaşa karar verildi. MERCİDABIK savaşından canını kurtararak kaçma başarısı gösteren Canberdi Gazali, 5000 kadar Çerkeş savaşçısıyla GAZZE’ye gönderildi. Canberdi Gazali kuvvetleri Gazze yönünde yürüyerek el-Aşir’e geldiği zaman, Sadrazam Sinan Paşa ve İsaoğlu Mehmed Bey’in kuvvetlerinin REMLE denilen yerde beklediği öğrenildi. Savaştan kaçınılamazdı. Osmanlı ve Mısır kuvvetleri HANIYUNUS denilen yerde karşı karşıya geldiler. Savaş tarihinde GAZZE savaşı diye geçen savaş burada yapıldı. GAZZE SAVAŞI (21 Aralık 1516) Sadrazam Sinan Paşa; düşmana dinlenmeden, toparlanmadan taarruz ederek tümünü yok etmek maksadıyla baskın halinde taarruza karar verdi. Aynı zamanda bir savaş hilesine de başvurdu. Etrafa Şam’a döneceği haberini yaydı. Karanlık bir gecede REMLE’den çıkarak Şam’a doğru yürüyüşe geçti. Bir süre yürüdükten sonra, yön değiştirerek HANIYUNUS’a dönüldü. Burada Çerkeş Kölemenliler ile karşı karşıya gelindi. Osmanlı kuvvetleri hemen savaş düzenine geçirildi. Savaş düzeni şöyle idi: Sağ yanda Teke Beyi Ferhat Bey’in kuvvetleri, ortada Sadrazam Sinan Paşa, sipahiler ve yeniçeriler, sol yanda Gazze Beylerbeyi Mehmed Bey yerlerini aldılar. Bir tabur kadar da toplar mevzilendirilmiş, ateşe hazır bulunuyordu. Mısır kuvvetleri ise; sağ yanda Gazi Bey ve kuvvetleri, ortada Canberdi ve kuvvetleri, sol yanda da İskender Beyi Hüdaverdi Bey ve kuvvetleri yerlerini aldılar. Savaş şöyle başladı: Topçu ateşi desteğinde taarruza ilk defa Osmanlı kuvvetleri başladı. Bu ilk saldırıda Osmanlı kuvvetleri o kadar başarılı oldular ki, Mısırlılar karşı koyamadılar, geride bir geçide doğru çekilmeye başladılar. Ve geçidi tuttular. Maksatları Osmanlı kuvvetlerini üzerlerine çekmek, burada sıkıştırmak ve yok etmekti. Durumu çok iyi gören ve kavrayan Sinan Paşa, düşmanın bu karşı hilesini boşa çıkarmak için, yeniçerilerle diğer yayaları, boğazın açığından ve iki tarafından ilerletti. Osmanlı kuvvetleri boğazı aşıncaya kadar bu kuvvetler Mısır kuvvetlerini ok yağmuruna tuttular. Bir yandan da tüfekleriyle kurşun yağdırarak onları kıpırdatmadılar. Topçunun da ateşleri karşısında burada kafasını kaldıramayan Mısır kuvvetleri, çareyi çekilmede buldular ve daha gerilere çekildiler. Bu suretle açığa çıkmak zorunda kaldılar. Bu sırada Sinan Paşa kuvvetleri, düşmanın ensesinde sıkı bir takiple yakalarını bırakmadı. Son durumda HANIYUNUS civarında iki taraf da yeniden düzenlenerek karşı karşıya geldiler. Aynı zamanda taarruza geçtiler. Karşılıklı çarpışmalar akşama kadar devam etti. Her iki taraf inatla boğuşuyor, bütün savaş ustalıklarını gösteriyordu. Osmanlı topçularının şiddetli ateşi semeresini veriyor, Mısır kuvvetleri kırılıyordu. Savaş alanı Mısırlı ölülerle dolmaya başlamıştı. Daha fazla dayanamayan Çerkeş Memluklular, canlarını kurtarmak için çöle doğru kaçmaya başladılar. Komutanları arkasına bile bakmadan Mısır’a kadar kaçtı ve ancak canını kurtarabildi. Savaş sonucu belirmişti. Savaşa giren Mısır kuvvetinin ancak onda biri kaçabilmiş, kalanı da ya öldürülmüş ya da esir edilmişti. Ölenler arasında Mısır komutanları da vardı. Düşman savaş alanında çok miktarda ganimet bırakmış, bu meyanda birçok bayrak da ele geçirilmişti. Düşmanı yok ederek zaferi kazanan Sinan Paşa, bir gece yürüyüşü yapıp ertesi sabah Gazze’ye geldi. Burada Gazzelilerle Remlelilerin birleşerek, Osmanlı askerlerini pusuya düşürmek istedikleri öğrenildi. Sinan Paşa hepsini yakalayarak idam ettirdi. Savaşta öldürülen Mısırlı komutanların başları kesilerek zafer haberiyle birlikte Yavuz’a gönderildi. Gazze savaşında kazanılan bu zaferle Mısır’ın son kapısı da açılmış ve Suriye ile Filistin’in tamamı ele geçirilmiş oldu. Bu hareketler yapılırken Yavuz Sultan Selim de ordusuyla Şam’dan yürüyüşe geçmiş, Sasa-Kumleyira-Yakub Aleyhisselam köprüsü-Hamlecun yolu ile 12 gün süren bir yürüyüşten sonra Celculi’ye gelinmiş, burada Gazze zaferi haberi alınmış, toplar atılmış, şenlikler yapılmış, ordunun morali daha da yükselmişti. Burada 5 gün dinlenildi. 30 Aralık 1517 günü Yavuz, Kudüs’e giderek MESCİD-İ AKSA’da ve CAMİİ ÖMER’de namaz kıldı dua etti. Dualarında zafer dileğinde bulundu. Soma ordusunun başına döndü. 1 Ocak 1517 günü Celculi’den tekrar yürüyüşe geçilerek SEDUTA’ya gelindi. Yağmurlar yağmaya başlamıştı. 2 Ocak, Kurban Bayramı’nın birinci gününe tesadüf ediyordu. Gazze’ye varıldı. Burada 9 Ocak 1517 gününe kadar kalındı ve bundan sonra yapılacak çöl harekâtı için hazırlıklara başlandı. Yavuz Sultan Selim bütün orduyu dikkatli bir denetimden geçirdi. Hiçbir noksanlık bırakılmaması için hazırlıklara çok önem verildi. Buralardan da bir o kadar taşıyıcı hayvan alındı. Uzun bir süre devam edecek çöl geçişi için akla gelen her şey düşünülmüş ve hiç eksik bırakılmamıştı. Allah’ın bir lütfü olarak yıllardan beri yağmur yüzü görmeyen bu çöl bölgesine yağmur yağmaya başlamış, hatta bazı yerlere karın düştüğü de görülmüştür. Bu suretle de Tih sahrasının dayanılmaz sıcaklığı yok olmuş, her taraf bahar serinliğinde geçilmeye başlanmıştı. TİH SAHRASININ COĞRAFİ YERİ: Kuzeyinde Filistin ve Akdeniz, doğuda Vadi-i Akabe, Akabe körfezi, güneyde Kızıldeniz, batıda Mısır (Süveyş Kanalı) ile sınırlanmıştır. Sina yarımadası adı verilen TİH sahrasının kuzey kısmı güneye nazaran kumluk olup, güney kısmı ise kamilen taşlıktır. Kumluk kısımda fırtınalardan kum tepecikleri meydana gelmektedir. Bu bakımdan yer tayini çok zordur. TARİHTE TİH SAHRASI: Tarih boyunca birçok milletler ordularıyla Tih sahrasını geç mislerdi. Çölün Mısır’la Filistin arasında bulunması önemini ar­tırmıştır. İlk devirlerden beri bazen Suriye ve Filistin, Mısır’ın ve bazen de Mısır ve Suriye, Filistin’in hâkimiyeti altına girmiştir. Mısır ve Suriye’de devlet liderleri ülkenin emniyeti bakımından diğer ülkenin ellerinde bulunmasına dikkat etmişlerdir. Birçok ci­hangir komutanlar ordularıyla birlikte TİH sahrasını geçmişler­dir. Asuriler, İraniler, Halife Hz. Ömer, Mısır’ı ele geçirmek için TİH sahrasını geçmişlerdir. Daha sonraları Mısır’ın hâkimi Memluklular çeşitli zamanlarda birkaç defa bu sahrayı geçerek Mısır’a veya Suriye’ye yürümüşlerdir. Bunlardan sonra Osmanlı orduları Yavuz Sultan Selim’in komutası altında Mısır’ı ele geçirmek için Tih sahrasından geçme başarısı göstermişlerdir. Nihayet Napolyon Bonapart da Fransız ordusuyla bu sahrayı geçebilmiş, bütün Afrika ve Asya’yı ele geçirerek İslam dünyasına hâkim ol­mak hayalleri içinde Akkâ kalesi önlerine kadar yanaşabilmiş, ama karşısına çıkan Cezzar Ahmet Paşa komutasındaki bir avuç Osmanlı askerine yenilerek tüm hayalleri suya düşmüş ve bütün buraları yine eski sahibi Osmanlılara bırakarak Fransa’ya dön­müştür. Bir zamanlar Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, Osmanlılardan kopmuş, bağımsızlık ilan ederek Osmanlılara kafa tutmaya baş­lamıştı. Hatta oğlu İbrahim Paşa, Osmanlılara karşı bu çölü ge­çerek Anadolu’ya yürümüştü. I. Dünya savaşında çeşitli zaman­larda bazen Osmanlılar, bazen İngilizler Tih sahrasını geçmişler­di. OSMANLI ORDUSUNUN TİH SAHRASINDAN GEÇİŞİ: Bütün kuvvetleriyle Gazze’de toplanan Osmanlı ordusu ek­siklerini tamamladıktan sonra Tih sahrasını geçmek üzere 9 Ocak 1517 günü yürüyüşe geçerek geniş ve kumlu sahaya girmiş, bü­tün azmiyle yürümeye başlamıştı. Allah’ın bir lütfü olarak yağ­murlar yağmaya başlamış, çölde sıcaklık azalmış ve yürüyüş ko­laylaşmıştı. Bu çöl geçişinde Osmanlı ordusunun Gazze-Kahire arası yü­rüdüğü yol: Gazze-el-Aşir-Katiyye-Salihiyye-Belbis-Kahire idi. Bu yol incelenince, Yavuz Sultan Selim’in kıyı yolunu izlemedi­ği görülür. Çünkü o günün şartları içinde en elverişli yol bu yol­du. Bu yürüyüşün yapıldığı sırada Osmanlı donanması Akdeniz’e hâkimdi. Osmanlı ordusu ilk gün 23 km. yol aldı ve Hanıyunus’a geldi. Ertesi gün bu yürüyüşe devam edilerek 35 km. yüründü; Rade’ye gelindi. Burada su da bulunmuştu. Bir gün kalındı ve ertesi sabah tekrar yürüyüşe geçildi. Bugün ancak 18 km. yürünebildi. Akşama doğru el-Aşir’e gelindi. Bir müddet dinlenildi, boşalan kırbalar su ile dolduruldu ve hemen sonra yürüyüşe geçildi. Bugün 30 km. yol alındı, karanlıkta Kabrülmesaî’ye varıldı. Ertesi sabah buradan yola çıkıldı, sıcak ve kum yüzünden zorluklar çekilerek, fakat zafer azmiyle yüksek moral içinde 45 km. daha yol alındı, akşama doğru Bi’rulabit de­nilen kasabaya gelindi. Su arandı, az da olsa bulundu. Kırbalar dolduruldu. 14 Ocak 1517 günü, yürüyüşe başlanılalı beri yapıl­mayan bir yürüyüş yapıldı, 50 km. yüründü. O yıllarda henüz açılmamış Süveyş kanalının güzergâhından (el-Kantora denilen yerden) geçilmiş, bu yerin 10 km. kadar batısında Habuukule de­nilen yere gelinmişti. Bu suretle geçilmesi çok güç olan çöl başa­rı ile geçilmiş, Mısır’ın Nil Nehri’ne yaklaşılmıştı. 9 Ocak Cuma günü Gazze’den ayrıldıktan 8 gün sonra 25 km’lik bir yürüyüşten sonra Salihiyye’ye gelindi. Salihiyye, Nil Nehri’nin kıyılarında ve meskûn bir yerdi. Artık hedefe yaklaşılıyordu, çoğu gitmiş azı kalmıştı. Çekilen zahmetler bir anda unutulmuş, Nil vadisinin se­rinliği ruhlara taze hayat vermeye başlamıştı. Ve pek yakında ya­pılacak savaşın kazanılacak zaferin sevinci yaşanıyordu. RİDANİYE MEYDAN SAVAŞI: Osmanlı ordusunda, hazırlıklar başlamış ve ilk iş olarak Sali­hiyye’ye gelmeden, ordu harekâtını örtmek, hazırlanmasına vakit kazandırmak ve keşif hizmetleri için Sinan Paşa komutasında 6000 kişilik süvari birliği ileriye gönderilmişti. Ordu, büyük kıs­mıyla Salihiyye’ye geldiğinde Sinan Paşa kuvvetlerinden de ha­berler gelmeye başladı. İlk haber olarak; Mısır orduları Başko­mutanı Tomanbay’ın 30.000 kadar kuvvetiyle Ridaniye’de hazır­landığı ve Adiliye yakınlarında mevziler kazıldığı, bu yerlere çok sayıda toplar yerleştirildiği öğrenildi. Yavuz Sultan Selim de her çareye başvurarak düşman komu­tanlarını birbirine düşürmek için ve bu suretle Mısır ordusunu içerden çökertmek üzere büyük çapta propaganda başlatmış, bunda kısmen başarılı olmuştu. Akşama doğru Belbis ve Ebül-bis’te son hazırlıklar yapılırken, ordunun gerilerinde bulunan ikmal kollarına Araplar tarafından baskınlar yapıldığı duyuldu. Arapların arkadan vurmalarına son vermek için pusuya girildi. En ummadıkları bir sırada üzerlerine saldırılıp çoğu yakalandı ve kılıçtan geçirilerek cezaları verildi. Düşman, bir Osmanlı ba­şı getirene bir altın vereceğini vaat etti. Osmanlılar bundan do­layı çok zarar gördüler. Fakat mütecavizlerin hareketleri de yanlarına bırakılmadı. 21 Ocak 1517 günü de yürüyüşle geçiril­di. Bu yürüyüş 7–8 km. kadar sürmüştü. Akşamüzeri Birketülhac’a gelindi. Bu yer Kahire şehrinin 10 km. kadar ya­kınında idi. Şimdi savaş hazırlıkları artırılıyordu. Ama Araplar da boş durmuyorlar, orduyu yıpratmak için ellerinden geleni ya­pıyorlardı. Bir yandan da Osmanlı ordusunun susuz kalması için çareler arıyorlar, orduyu yıpratmak için ne lazımsa ortaya koyuyorlardı. Ama yaptıkları her harekette Osmanlı topçusunu karşılarında buluyorlar ve çok kayıp veriyorlardı. Bütün yaptık­ları boşa çıkarılmış ve isteklerine ulaşamamışlardı. İleri gönderilen Sinan Paşa kuvvetleri burada orduya katıldı. Ve görevi esnasında gördüklerini açık seçik Padişah’a anlattı. Keşif hizmeti çok başarılı olmuş, en ince noktalarına kadar düş­man hakkında bilgiye sahip olunmuştu. Yapılan bu keşiflerde düşmanın ana maksadı da anlaşılmıştı. Edinilen bilgileri gözden geçiren Yavuz Sultan Selim; yapıla­cak harekât için tertip ve düzenler hakkında bütün komutanlara lüzumlu direktifleri veriyor, savaşın şekli, yapılacak taktik ha­reketler de bildiriliyordu. İki devlet arasında yapılacak bu savaş Mısır’ın ya da Osmanlıların mukadderatını tayin edecekti. Os­manlı Devleti savaşın yapılmasına karar vermişti. Mısır ordusu ise şu durumda idi: Canberdi Gazali, Gazze sa­vaşında Osmanlıların ellerinden kurtulabilen pek az askerle Kahire’ye gelmiş, durumu Tomanbay’a anlatmış, Yavuz’a karşı koyulamayacağını söylemişti. Yapılacak bu savaşın ölüm ka­lım savaşı olacağını bildirmiş, ya kazanılacak Mısır yaşayacak veya kaybedilecek Mısır’ın sonu olacak demişti. Ona göre yarım yamalak hazırlıklarla bu savaştan sonuç alınamazdı. Bu bakımdan Mısırlılar esaslı bir hazırlığa başladılar. Kaybet­tikleri Gazze ve MERCİDABIK savaşlarında yenilmelerini Osmanlı­ların elinde bol miktarda top olmasına hamlediyorlardı. Bu sefer yapacakları savaşta şartlar eşit olacaktı. Bunun için ilk olarak Mısır’daki ve İskenderiye’deki bütün toplar toplatıldı. 200 kadarı mevzilendirildi. Yabancı devletler­den top ve topçular getirtildi, tahkimata önem verildi ve her şey­den faydalanılarak kuvvetli bir savunma mevzii hazırlandı. Ayrı­ca Araplara bol para dağıtılarak Osmanlı ordusu para hırsı ile en­gellenmeye çalışıldı. Osmanlıların, Mısır komutanları arasına sızılarak, karışıklık çıkarmak için koyduğu propagandacılar da tesirini göstermeye başladığı, birbirlerine girmeye ramak kalmıştı ki, Tomanbay bu­nu sezmiş, komutanlarını toplayarak akıllarını başlarına almaları­nı, birbirlerine düşecekleri yerde savunma hazırlıklarıyla ve elde mevcut bütün loplarla Osmanlı taarruzuna karşı koymalarını iste­mişti. Diğer taraftan bütün güçleriyle Osmanlıların tüm harekâtı­nı izlemeyi başardılar. RİDANİYE: Kahire şehrinin kuzeydoğusunda bulunan bir köydü. Mısırlı­lar bütün bu savunma hazırlıklarını bu köy civarında yaptıkları için ve meydan savaşı da burada yapıldığı için savaş adını bura­dan almıştır. Kahire şehri ise; Nil Nehri’nin doğusunda, batıdan kuzeye doğru akan ve şehrin 5 km. kadar kuzeyinden itibaren bi­linen kollarıyla deltalarını yapmaya başlayarak Akdeniz’e dökü­len nehir civarında idi. Şehir içindeki köprülerden başka hiçbir yerden geçit vermeyen bu nehir, kimin elinde ise ona dayanak olacaktı. Kahire civarında genişliği 150–300 metreyi bulan bu nehrin içinde küçük adacıklar da vardı. Nil Nehri geniş bir vadi­de akıyordu. RİDANİYE MEYDAN MUHAREBESİNİN YAPILIŞI (22 OCAK 1517) RİDANİYE Meydan Muharebesi; Osmanlı Padişahı ve or­dusunun Başkomutanı Yavuz Sultan Selim’le Mısır Çerkeş Köle­menleri Sultan’ı Tomanbay’ın başkomutanlığını yaptığı Mısır or­dusu arasında Ridaniye denen köy civarında yapılmıştır. Tomanbay’ın hazırlattığı savunma mevzileri Kahire’nin ku­zeydoğusunda Adiliyye denilen, yoksullara yemek dağıtılan (emaret denilen) yerin önünde ve cephesi kuzeye doğru dönük hâkim bir arazide bulunuyordu. Bu yer çölden gelen yolu, Ya­vuz’un geldiği yolun önünü bir sel gibi kapıyordu. Bu savunma mevziinin önünde derin hendekler de kazdırılmıştı. Savunma mevziinin sağı Elmukaddem Dağı’na, solu da Nil Nehri’ne daya­tılmıştı. Mısırlılar ellerindeki 200 kadar topu bu mevzi ye yerleş­tirmişler, ordu da savunma düzeninde Osmanlı ordusunun taarru­zunu bekliyordu. Tomanbay’ın planı şöyle idi: Yavuz’un orduları bütün kuv­vetleriyle bu kuvvetli mevzi ye çarpmak zorunda kalacak, Celi-banların savaş ustalıkları ve 200 topun açacağı amansız ateşlerle parçalanarak yok olacaklardı. Osmanlı ordusunun başka çaresi yoktu. Fakat Osmanlı ordusu Tomanbay’ın planına uygun hare­ket etmedi. Daha evvel ileri gönderilmiş keşif kollarıyla mevzinin en gizli noktalarına kadar keşif yapıldı. Düşmanın durumu ve düşünceleri tamamen meydana çıkarıldı. Savaş gününden bir gün evvel Osmanlı ordusunun taarruz planı da hazırlanmıştı. Bu pla­nı Sinan Paşa ile Hayır Bey beraber hazırlamıştı. Bu planın se­beplere dayanan esası şu idi: 1- Düşmanın savunduğu mevzi tahkim edilmiş, engellerle emniyet alınmış, bir yandan Elmukaddem Dağı’na, diğer taraftan Nil Nehri’ne dayatılmıştı. Ve oldukça kuvvetli tutulmuştu. Mevzi ye toplar da yerleştirildi. Bu bakımdan bu mevzi cepheden ya­pılacak taarruz başarı sağlasa bile büyük kayıplar karşılığı olabi­lirdi. Bu mütalaa ile düşmanın hazırladığı savunma mevzilerine cepheden değil, dolaşarak yan gerilerine ulaşmak bu suretle de yan ve gerilerine taarruz etmekle başarı mümkün olabilirdi. Ku­şatmayı soldan, Nil Nehri üzerinden yapmak, nehrin hiçbir yer­den geçit vermemesi dolayısıyla mümkün değildi. Sağından El­mukaddem Dağı’ndan aşarak yapmak zor, fakat mümkündü. O halde bu dağ dolaşılacak, düşman çakılı toplarının kullanılması­na fırsat verilmeden gece baskını şeklinde yan ve gerilerden taar­ruz edilecekti. En uygunu da bu idi. Bu planın uygulanması için geceden yürüyüşe geçilecek, Elmukaddem Dağı dolaşılacak ve sabahın erken saatlerinde şafak sökerken RİDANİYE müstahkem mevzisinin tam yan ve ge­risinde taarruz edilecekti. Yavuz Sultan Selim bu plânı çok be­ğendi. Gizliliğe tam anlamıyla uyularak, karanlıkla beraber Bir-ketülhac’dan yürüyüşe geçilerek düşmana da hiçbir şey hissettir­meden, güvenilen kılavuzların yol göstermeleriyle Elmukaddem Dağı gece içinde aşıldı. Sabahın erken saatlerinde Mısır ordusu­nun yan ve gerilerinden hiç kimsenin aklına getiremeyeceği, dü­şünemeyeceği bir haşmetle Osmanlı ordusu taarruza geçiverdi. OSMANLI ORDUSUNUN SAVAŞ DÜZENİ ŞÖYLE İDİ: Sağ yanda Sadrazam Sinan Paşa komutasında Anadolu Sipa­hileri, merkezde (ortada) Padişah ve Başkomutan Yavuz Sultan Selim, yeniçeriler, azaplar ve kapıkulu süvarileri, sol yanda Yu­nus Paşa komutasında Rumeli sipahileri vardı. Osmanlı ordusu bu savaşa 60.000 askerle girmişti. Osmanlı ordusu mükemmel hazırlanmış bir topçu ateşi desteğine de sa­hipti. Mısır ordusu bu yönden taarruzun yapılacağını hiç düşün­mediklerinden taarruz onlarda bir baskın bunalımı vücuda getir­di. Ne yapacaklarına karar veremeden doğru dürüst bir düzen alamadan bu taarruza karşı koymak zorunda kaldılar. Mısır ordu­sunun toplarını kullanamamasına karşılık, Osmanlı ordusu bütün toplarını mevzilendirmiş, olanca şiddetiyle düşman üzerine ateş yağdırıyordu. Mısır Kölemenleri savaşçılıkta usta idiler. İyi dö­vüşürlerdi. Her ne olmuşsa olsun diyerek yenilmemek için boğaz boğaza acımasızca dövüş başlamıştı. Akşam olup karanlık bas­masına rağmen savaş durmamış, bu kanlı çarpışma ertesi günü ikindi vaktine kadar devam etmişti. Bir aralık düşman kuvvetle­ri toparlanıp kurabildikleri bir grupla Canberdi Gazali komuta­sında Osmanlıların sağ yan kuvvetleri üzerine can havliyle hü­cuma geçtiler. Mısır Kölemenlerinin en seçkin çelik zırhlı süva­rileri bir an içinde, Osmanlı sağ yan kuvvetleri üzerinde etkili de olmaya başladığı görüldü. Fakat sağ yan kuvvetlerinin kudretli komutanı Sinan Paşa kendini ortaya atarak karşı hücuma girmiş, yaralanmasına rağmen başarılı olarak birliği kötü durumdan kur­tarmıştı. Padişah Yavuz Sultan Selim bu durumu görmüş, elindeki kuvvetlerin bir kısmını bu bölgeye göndermişti. Sinan Paşa ya­ralı olmasına rağmen çarpışmaya devam ediyordu. Bu suretle saldıran düşman çember içine alınmış ve kılıçtan geçirilmiş ve panik halinde kaçışmaları sağlanmıştı. Bu sefer Sinan Paşa kuvvetleri, bütün şiddetiyle merkezde savunan Mısır ordusu Başkomutanı Tomanbay’ın üzerine hücu­ma başlamıştı. Yunus Paşa da düşmanın sağ yan kuvvetlerini sı­kıştırmış, düşman artık Osmanlı ordusunun çemberi içine girme­ye başlamıştı. Tomanbay yenilgiye düştüğünü anlamış bulunu­yordu. Yapacak başka kurtuluş yolu bulamadığı için canını dü­şünmeden son çare olarak Mısır Kölemenlerinden seçkin bir gru­bu emrine alarak Padişah Yavuz Selim’i hedef alacak dehşetli bir hücuma geçti. Osmanlı cephesini yararak Osmanlı ordusunun kalbine saldırmaya başladı. Osmanlı süvarileri karşılarına diki­lince çok kanlı bir çarpışma oldu. Aramalarına rağmen padişaha da rastlayamamışlardı. Yalnız Padişah’ın bulunduğu yerde, Si­nan Paşa çarpışıyordu. Osmanlıların bu kahramanca çarpışmaları karşısında To­manbay başarılı olamadı ve çaresiz geri dönerek kaçmaya başla­dı. Bu ölüm kalım mücadelesinde her iki taraftan da kayıplar çok olmuş, sağ yan kuvvetleri komutanı Sadrazam Sinan Paşa, yine komutanlardan Mahmut Bey, Ali Bey şehit olmuşlardı. Padişah Yavuz Sultan Selim, "Hiçbir suretle yeri doldurulmaz" dediği Sadrazam Sinan Paşa’nın şahadeti karşısında çok üzülmüş, göz­lerinden yaşlar akarken; "Mısır’ı aldık, lakin Sinan Paşa’yı kaybettik" demiştir. Artık ikindi olmuştu. Savaş alanında 25.000 kadar Kölemen­den bir kısmı ölü, bir kısmı da esir olarak Osmanlıların eline geçmişti. Tomanbay ve Komutan Canberdi Gazali beraberindeki bir kısım savaşçıyla kaçabilmişler, canlarını kurtararak bir yerle­re sığınabilmişlerdi. Yine bu savaştan canlarını kurtarabilen Mı­sır askerlerinin bir kısmı da Kahire’ye kaçarak dağınık bir halde yer yer saklanmışlardı. Bu suretle Mısır ordusu yaptığı bu son savaşı da kaybetmiş, Osmanlılar kesin sonuçlu bir zafer kazan­mışlardı. Şimdi Osmanlı ordusu bayraklarını dalgalandırarak Kahire önlerindeydiler. Düşman yok edilmiş, ordugâhı ele geçirilmişti. Yavuz Sultan Selim, canlı kalan ve kaçabilen düşmanı da yok yok etmek için peşlerini bırakmamış, kurduğu yeni takip kolla­rıyla düşmanı takip ettirmeye başlamıştı. Ne yapılacak edilecek Başkomutan Tomanbay ve Gazali yakalanacaktı. Fakat Tomanbay’ı bulmak ve Kahire gibi büyük şehirde saklanan Mısır asker­lerini ortaya çıkarmak çok güçtü. Bu bakımdan başarılı bir takip mümkün olmadı. Bu sırada akşam olmuş, ortalık karanlığa gö­mülmüştü. Göz gözü görmüyordu. Yavuz Sultan Selim karargâ­hını Adiliyye’de kurmuştu. Ordu da dinlenmeye geçirilmişti. Esirler tümüyle idam ediliyor, bununla Sinan Paşa’nın intikamı alınmak isteniyordu. İki güne yakın devam eden RİDANİYE meydan savaşı, Os­manlı ordusun kesin zaferiyle sonuçlanmış, bütün Mısır’ın Os­manlı sınırları içine sokulması artık gün meselesi olmuştu. Ordu 2–3 gün dinlendirilmiş, sonra yeniden tertiplendirilmişti. Adiliyye bölgesi düşman ölüleriyle dolu bulunduğundan çok fena bir koku etrafı sarmıştı. 26 Ocak günü Osmanlı ordusu Kahire’nin kuzeyindeki Bulak tarafına yerleştirildi. Ordugâh Nil Nehri bo­yunca yeniden kuruldu. Savaştan sonra ertesi gün Kahire’yi dü­zene sokmak için oraya bir grup asker gönderildi. Ordu birlikle­ri Kahire’yi tamamen ele geçirdi. Yavuz Sultan Selim de genel af ilan etti. Memluk ordusundan kalanlar teslim oldukları takdirde kendilerine bir şey yapılmayacaktı. Bu söz üzerine birçokları tes­lim oldular. Ve şimdilik şehirde kısmen de olsa normal düzen kurulmuştu. Kahire ayaklanıyor ve sokak savaşlarına sahne olunuyor: Ridaniye meydan savaşında mağlup edilmesine rağmen Mı­sır Kölemen Sultanı ve Mısır ordusu Başkomutanı Tomanbay, bir türlü mağlubiyeti kabul edemiyor, mücadeleden vazgeçmi­yordu. Ülkesinin egemenliği uğrunda ölünceye kadar savaşmaya kararlıydı. Tekrar savaşmak için bozularak kaçabilen askerler­den toparlayabildiklerini düzene sokarak, bir gece ansızın Os­manlı ordugâhını basmak ve hıncını almak istiyordu. Bu maksat­la 10.000 kadar askeriyle 27/28 Ocak gecesi bir baskın yapmayı kararlaştırmıştı. Osmanlı ordusu her yönden uyanıktı. Yavuz Sultan Selim orduyu dinlendirirken, ordugâhını çepeçevre emni­yet altına aldırmış, etrafa keşif kolları sürdürmüş, memleket için de istihbarata önem vermiş, tutulan casuslar düşman içinde, halk içinde arılar gibi çalışıyor, alınan bütün haberler padişaha derhal duyuruluyordu. Bu bakımdan Tomanbay’ın yapacağı baskın da öğrenilmiş, ona göre tedbirler alınmıştı. O gece Tomanbay birlikleri ordugâ­hın yakınlarına kadar sokulmasına rağmen bir saldırıya cesaret edememişlerdi. Ama mücadele kararından da vazgeçmediler. Aynı gece Kahire şehrine saldırdılar. Zayıf kuvvetlerle tutuldu­ğu için de şehre girmeyi başardılar ve buradaki koruyucu asker­leri şehit ettiler. Kısa bir süre şehirde hâkim de oldular. Şehir halkı da silahlanmış Tomanbay birliklerine katılmıştı. Caddeler­de barikatlar kuruluyor hendekler kazılıyordu. Ve bir karşı taar­ruza hazırlanmak için savunma tedbirleri almışlardı. Osmanlı ordusu, 27/28 Ocak gecesi Kahire şehrinin tekrar Mısırlıların eline geçtiğini üzülerek öğrendi. 28 Ocak 1517 günü sabahı Yunus Paşa, yeniçeri ağasını da yanına alarak bir miktar yeniçeri ile bir başka yönden Kahire’ye girdi ve önlerine çıkanı kılıçtan geçirerek ilerlemeye başladı. Korkunç bir sokak savaşı başlamıştı. Mısırlılar için bu bir milli mücadele idi. Kadınlar, ço­cuklar, genci, yaşlısı bütün halk silaha sarılmış, Osmanlı asker­lerine karşı ellerinden geleni yapıyorlar, evlerinden taş, toprak, kaynar su ve ellerine ne geçerse askerler üzerine atıyorlardı. Os­manlı muzaffer bir ordu idi. Akıttığı bunca kan pahasına elde et­tiği bu yerleri bırakmazdı. Bu sebeple kahramanca dövüşüyor, vuruyor, kırıyor, öldürüyordu. Akşama kadar bu amansız çarpış­ma devam etti. İkindi vakti Yavuz Sultan Selim de yağız atıyla bu kanlı savaşa katılmıştı. Gece yarısına kadar çarpışmalar de­vam etti. Bu şekilde şehrin kalesi Remle’ye kadar ilerlendi. Bu­na rağmen Kölemenler çarpışmadan vazgeçmiyorlar, başlarına gelecekleri bildikleri için ölüyor ve öldürüyorlardı. Osmanlılar artık ne pahasına olursa olsun sonuca varmanın sırası geldiğine karar verdiler. 30 Ocak 1517 günü Osmanlılara karşı koyan bü­tün evler yakılıyor, karşı koyan kadın da olsa öldürülüyordu. Osmanlıların bu kararlı hareketi, kahramanca çarpışmaları Kölemenlileri sindirmişti. Sokaklar Osmanlı şehitleri, Mısır Kölemen ölülerinden geçilmez bir hal almıştı. Bugün ikindiye doğru şehir­de sükûnet sağlanmış, kontrol altına alınmıştı. Ama Tomanbay yakalanamamış, bir kısım askeriyle kaçmayı başarmıştı. Bölge­de birçok Kölemen asker ve komutan yakalanmış, hepsinin baş­ları vurularak öldürülmüşlerdi. 3–4 gündür zaman zaman yapılan bu çarpışmada düşman ölü sayısı 50.000’in üstünde idi. Osman­lı şehitleri sayılamadığı için sayıları bilinemedi. Ama zayiatın çok olduğu belli idi. Yavuz Sultan Selim, şehir içinde tekrar düzeni kurmuş, haya­tı normalleştirmişti. Şehri koruyacak kadar asker bırakılarak ordugâha dönüldü. Bu suretle Mısır’ın başşehri Kahire’ye hâkim olmak için daha birçok Osmanlı ve Mısırlının kanı döküldü. Bu mücadele 9 gün sürdü. Mısır ordusu Başkomutanı Tomanbay’ın ve ordunun sonu: Kahire’de bozguna uğrayarak kaçan Mısır Kölemen komu­tanlarıyla, asker, sivil birçok kişi ve ünlü komutan Canberdi Ga­zali, Yavuz Sultan Selim’e sığınarak teslim oldular. Affedilerek kendilerine beylikler, sancak beylikleri verildi. Padişah Yavuz Sultan Selim, 13 Şubat 1517 gününe kadar Kahire şehrine resmen girmemişti. 14 Şubat günü muhteşem bir merasimle şehre girip Mısır Kalesi’nde bulunan, peygamberler­den Yusuf Aleyhisselam’ın tahtına oturarak ülkenin hâkimi ol­duğunu dünyaya ilan etti. Artık Mısır da Osmanlı hudutları içine alınmış oldu. Ve yüzyıllarca Osmanlıların hükümranlığı altında bulundu. Ordu 15 Mart 1517 tarihine kadar Kahire civarında kaldı. Kahire sokak çarpışmalarından canını kurtaran ve kaçabilen To­manbay, mücadelesinden bir türlü vazgeçmiyor, ne pahasına olur­sa olsun ölüm kalım savaşını devam ettirmekte inat ediyordu. Toplayabildiği 3000 kadar süvari savaşçısıyla mücadeleye karar verdi. Padişah Yavuz Sultan Selim’i yanıltmak için affını istedi. Yavuz da onu affettiğini bildirdi. Af fermanını götüren ki­şiyi kinini yenemeyerek öldürdü. Yavuz Sultan Selim bunu du­yunca; "Bu adamın sonu gelmeli" diyerek 15 Mart 1517 tarihinde Tomanbay’ı yok etmek üzere bizzat kendisi harekete geçti. To­manbay ise Osmanlı ordusuna saldırmak üzere Nil Nehri’nin ba­tı kıyılarında hazırlanmakta idi. Yavuz Sultan Selim, Toman­bay’ın yapacaklarını evvelden kestirdiğinden, daha evvel o tara­fa bir tümen göndermişti. Yapılan karşılıklı saldırıda birçok Kö­lemen öldürülmüş, Tomanbay yine yakalanamamış bir kolayını bulup kaçmıştı. Nihayet bu kaçışların bir sonu gelmiş, yine bir çarpışma sonucu bu sefer Nil’den geçmek istemiş, başarılı ola­mamış, yakalanarak Padişah’ın önüne getirilmişti. Yavuz Sultan Selim; cesur ve kahraman insanları sever, onları takdir ederdi. Tomanbay’ı da bu mücadelesindeki ısrarı ile beğenmiş ve onu ödüllendirmek istemiş ve hatta Tomanbay’a Osmanlı İmparator­luğu içinde bir görev bile teklif etmişti. Kendisine inanılması güç, kötü ruhlu bir insan olduğu bilin­diğinden, Padişah’ın yakınları, bu adamın eline geçirebileceği ilk fırsatta intikam alacak ruhta olduğunu, bu adamın yaşaması­nın çok tehlikeli olduğunu söylediler. Nihayet Tomanbay’ın ida­mına karar verildi. NETİCE: Osmanlı ordusu ve Padişahı, Başkomutan Yavuz Sultan Se­lim, Eylül 1517’ye kadar Mısır’da kaldı. Bu zaman içinde devlet teşkilâtı kuruldu. Memleket düzeni sağlandı. Diğer taraftan Mekke Emiri, Kabe’nin anahtarını ve bütün mukaddes emanet­leri Yavuz’a teslim etti. Kahramanlığıyla tüm Akdeniz’de ün sal­mış BARBAROS HIZIR Reis, Yavuz’a gelerek Padişah’ın em­rinde olduğunu bildirdi. Donanması ile Osmanlı donanmasına katıldı ve Kaptan-ı Deryalığa tayin edildi. Artık Mısır ülkesine ait bütün işler tamamlanmıştı. Anavatana dönme hazırlığına baş­landı. Osmanlı ordusu, 10 Eylül 1517 günü Kahire’den ayılarak Salihiyye-Konelıra-Şam-Halep-Maraş-Göksu-Kayseri-Aksaray-Ilgın-Afyon yoluyla 25 Temmuz 1518 günü İstanbul’a geldi. Bu yürüyüş tam 10 buçuk ay sürmüş, bu sürenin 4 ayı Şam’da, 2 ayı Halep’te geçirilmişti. 5 Haziran 1515’te İstanbul’dan ayrılan Os­manlı ordusu iki yıl 50 gün sonra Asya ve Afrika kıtalarından büyük bir kısmını memleketleri sınırı içine alarak İstanbul’a dönmüştü. Yavuz Sultan Selim’in güttüğü doğu siyaseti içindeki tasavvurları sonucu yapılan bu büyük savaşın siyasî sonuçlan şöyle özetlenebilir: 1- Suriye, Filistin toprakları kamilen Osmanlı ülkesi sınırları içine katılmıştır. 2- Mekke Emiri, Kabe’nin anahtarını teslim etmekle Yavuz Sultan Selim’in HADİM’ÜL HAREMEYNİ’Ş ŞERİFEYN un­vanını da tasdik etmiş bulunuyordu. Bu tarihten itibaren Osman­lı padişahları aynı zamanda Halifelik payesine de ulaşmış olu­yorlardı. (Bu 3 Mart 1924’e kadar devam etti. Mukkades ema­netler dairesinde 400 seneden fazla gece-gündüz Kur’an-ı Kerim okunmuştur.) 3- Mısır zengin, verimli topraklara sahip, bayındırlık yönün­den de mükemmel bir yerdi. Osmanlı İmparatorluğu’na katıl­makla ülke, zenginliğe de kavuşmuş oldu. 4- Osmanlı Devleti artık Mısır’da siyasi hâkimiyetini kurmuş oldu. 5- Kıbrıs adası için Venedik Cumhuriyeti Devleti, her yıl Mı­sır Devleti’ne verdiği 8000 Mısır altınını bundan sonra Osmanlı Devleti’ne verecekti. 6- Barbaros Hızır Reis bütün gemileriyle Osmanlı Devleti’ne katılmış, Osmanlı Donanması Kaptan-ı Deryalığı’na getirilmiş ve bu suretle de Akdeniz’e hâkim olunmuştu. Yavuz Sultan Selim, dünyanın 3 kıtasına hükmeden bir bü­yük devlet kurmuş oluyordu. Bu başarı Yavuz Sultan Selim’in dehasıyla mümkün olmuştu. İslâm birliği kurulmuş ve Yavuz Sultan Selim’in idealleri tahakkuk etmişti.
 
  Bugün 177 ziyaretçi (300 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol