TÜRK SİBER SAVUNMA KUVVETLERİ
  İran Seferi ve Çaldıran Zaferi
 
Çaldıran meydan muharebesi: Her ikisi de Türk olan Osmanlı ve Safevî devletleri arasında yapılan pek büyük ve önemli bir mey­dan savaşıdır. Bu savaş o devirlerde, Osmanlı devletinin kaderini tayin eden bir savaş olarak da kabul edilir. Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu ile Şah İs­mail’in komuta ettiği Safevi ordusu arasında, VAN şehrinin 90 km. kadar kuzey doğusundaki ÇALDIRAN ovasında 23 Ağustos 1514 günü yapılmış, savaş tarihinde Çaldıran Meydan Muharebe­si diye adlandırılmıştır. Anadolu birliği yolunda atılmış önemli bir hamle olan bu sa­vaş; Osmanlı Türklerinin savaşma sanatında gösterdikleri şaheser örneklerden biridir. Şah İsmail mezhep farklılıklarından istifade ederek Osmanlı Devleti’ni temelinden yıkmak, Anadolu’ya hâkim olmak istiyor, yakın doğuda korkunç bir huzursuzluk doğuruyordu. Doğuda İran Devleti’nin başında bulunan, soyu Türk fakat mezhebi Şii olan Şah İsmail; Osmanlı Devleti’nin doğudan uğra­dığı siyasi tehlike oluyordu. Yazdığı Türkçe şiirlerle, Anadolu’nun içlerine kadar soktuğu adamlarıyla, kısa zamanda halkın, hatta devlet büyüklerinin, ordu komutanlarının arasına fesat düşürüyor, bu yüzden yurtiçinde zaman zaman tehlikeli ayaklanmalar oluyor, devlet başına halli güç gaileler açılıyordu. Osmanlı İmparatorlu­ğu’nun, kalbini, ruhunu kemiren bu tehlike mutlaka ortadan kalk­malıydı. Bunu da ancak Yavuz Sultan Selim gibi komutanlık mer­tebesi dehaya ulaşmış örnek bir kahraman, bir cihangir başarabilir­di. Osmanlı Devleti son çareyi bu düşüncede görüyordu. Çünkü Ankara savaşında Yıldırım Bayezid’in Timurlenk ordularına karşı uğradığı felakete benzer bir yeni duruma uğradığı takdirde bu ye­nilgi Timurlenk karşısında uğranılan yenilgiden daha elem verici olacaktı. Taht şehri SEMERKANT olan Timurlenk, kazandığı za­fer sonunda, görünüşte tabiilik durumuna soktuğu Anadolu’yu bı­rakıp ülkesine dönmüştü. Şah İsmail’in hükümdarı olduğu Safevi İmparatorluğu’nun başşehri Tebriz’di. Anadolu’ya çok yakındı. O sıralarda Doğu Anadolu, Osmanlıların elinde değil, Safevîler’in hâkimiyeti altın­da idi. Bundan başka Timurlenk, Osmanlılar gibi Sünni (Ehli Sün­net Vel Cemaat) mezhebinde idi. Şah İsmail-i Safevi ve halkı ise Şii idiler. Şiilik propagandası ve bu mezhebi kabul edenlerin ço­ğalmasıyla devletinin yükseleceğine inanan Şah İsmail, ülkesinin olduğu gibi, Anadolu’nun da bu mezhebi ancak zorla kabul edece­ğini biliyordu. Bu düşünceler içinde bu hâle izin vermek ise Os­manlı Devleti’nin sonu olacaktı. ÇALDIRAN SAVAŞININ SEBEPLERİ: Osmanlıların iki ana siyaseti vardı: 1 - Batı siyaseti, 2- Doğu siyaseti. Batı siyaseti; Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak Tuna Nehri’nin güneyine kadar Avrupa kıtasında geniş­lemeyi başarmışlardı. Doğu siyaseti; İslâm dünyasını birleştirmek, büyük bir İslâm devleti kurmak istemişlerdi. Fatih Sultan Mehmed devrine kadar Batı siyasetini izleyen Osmanoğulları, onun ölümünden sonra doğuya dönmüşler, gayeleri­ne ulaşmaya çalışmışlardır. Yalnız doğu siyaseti iki padişah üzeri­ne düğümlenmiştir. Önceleri Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Bayezid-i Veli, ondan sonra da Yavuz Sultan Selim doğu siyaseti­ni izlemişlerdir. Yavuz bütün gayelerine ulaşamadan ölmüş, ondan sonra gelen Osmanlı padişahları; Batı’da yapacakları savaşların getireceği maddî sonuçları göze alarak bu büyük gayeye ulaşama­mışlardır. II. Bayezid devrinde Şah İsmail, Anadolu insanı arasında Şiili­ği yayarak Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde çoğalmaya başla­mıştı. Bu suretle Osmanlı Devleti’nin siyaseten çökmesini hazırlı­yor, hükümranlığını Akdeniz kıyılarına kadar uzatmak istiyordu. Bu hareket Osmanlılar tarafından vaktinde sezilmiş ve tehlike an­laşılmıştı. Anadolusuz Avrupa, Osmanlıları barındıramazdı. Bu ba­kımdan siyasetin değiştirilmesi, Batı’dan vazgeçilerek doğuya dö­nülmesi kararlaştırılmıştı. Kısa bir süre içinde iç ve dış siyasetin akıntı yönü değiştirilerek, doğu siyaseti başlatıldı. Bayezid-i Veli devrinde, Osmanlı Devleti’nin Batı siyasetini bırakıp doğu siyasetine dönmesi karşısında, düşmanları da boş durmamış, komşu Mısır ve İran devletlerini Osmanlılar üzerine saldırtmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu durumları açık­lığıyla gören Trabzon Valisi Şehzade Selim; İran’ın güttüğü siya­setle yakından ilgileniyor, doğuda olan bitenleri izliyor, belki de o sıralarda padişah olunca yapacaklarını tasarlıyor, ana hatlarıyla plânlıyordu. Nitekim tarihte doğuya şuurlu, kusursuz parmak koyan Selim olmuştur. Şehzadeliği süresince, İran Hükümdarı Şah İsmail ile yakın temas kurmuş, onunla görüşme imkânı bulmuş ve onu çok iyi tanımıştı. Büyük Osmanlı Devleti’nin ayakta kalması için iki komşu devlet olan, İran ve Mısır’ı hâkimiyeti altına almasının zorunlu olduğunun idraki içindeydi. Selim padişah olunca; başlan­gıçta buna göre hazırlanmış, hazırladığı plânlarını da buna göre gerçekleştirmiştir. Bu suretle Osmanlı harp tarihini birçok şanlı za­ferlerle süslemesini bilmiştir. Yavuz Sultan Selim’in hazırladığı plânın birinci safhası şu idi: Rumeli’de devlet sınırlarının doğal bir çizgisi olan TUNA Nehri’ni kuzeye geçmemek, bu çizgiden güneye de kimseyi geçir­memek. Osmanlı İmparatorluğu için siyaseten bir tehlike olan, doğudan gelecek Safevi saldırısından ülkesini korumak, Ülke içinde; siyasi sonuçlar doğurabilecek olan Şiiliğe karşı bir mücadeleye başla­mak, kısacası Safevî Devleti’ni tümüyle hâkimiyeti altına almak olacaktı. İran hükümdarı Şah İsmail’in maksadı ise; bütün açıklığıyla anlaşılmıştı. Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde Şii mezhebini yaymak, mensuplarını çoğaltmak, bu suretle de taraftan çoğalınca siyaseten Osmanlı Devleti’ni tamamen yıkmak, İran’ın ayakta kal­masını sağlamaktı. Bu politika ve bu maksat açık bir alan da bul­muş, kısa bir süre içinde Şii mezhebine girenlerin sayısı çoğalmış, ordu içinde rütbeli ve rütbesiz askerler arasında askeri düzene ay­kırı olmasına rağmen bu mezhebe girenler görülmüştür. Hatta son zamanlarda devleti yürütenler üzerinde bile etkisini göstermeye başlamıştı. Siyasi sonuçları çok büyük olacak olan bu durumdan ülkeyi korumak için Padişah Yavuz Sultan Selim bütün düşünce­sini bu duruma bağlamış, plânlarını buna göre hazırlamaya başla­mıştı. Hele son zamanlarda Şah İsmail’in Amasya Valisi Şehzade Ahmet’in oğullarını himayesi altına alması bardağı taşıran son damla olmuş, İranlılarla savaşı kaçınılmaz yapmıştı. İşte bu sebep­lerden ötürü; Yavuz Sultan Selim İranlılarla savaşa karar vermiş, ilk iş olarak da ülke içinde Şii mezhebine geçmiş olanları gizli araştırmalarla sayılarını meydana çıkarmış, bunların 40.000 kadar oldukları anlaşılmıştır. Bu suretle ülke içinde bulunan Şiilerin kon­trolleri sağlanmıştır. Yapılacak askerî harekâtın müşkülata uğra­madan yerine getirilmesi artık mümkündü. Savaş yapılırken en önemli bir devresinde memleket içinde bir gaile çıkması tamamen önlenmişti. Artık sıra savaş hazırlıklarına gelmişti. ŞAH İSMAİL-İ SAFEVİ: Dedesi Cüneyt, babasının adı Haydar’dı. Türk aslından olan Şah İsmail SAFEVİ; dedesi ve babasını öldüren Şirvan Şahı’nı or­tadan kaldırarak İran’a hâkim olmuştu. Kısa süre içinde AKKO­YUNLU İmparatorluğu’nu haritadan silmiş, bu devleti tarihe göm­dükten sonra ÖZBEK İmparatorluğu’nu da büyük bir bozguna uğ­ratarak, baş döndürücü bir hızla büyük Safevi İmparatorluğu’nu kurmuştu. Ülkesi o devirlerde, Diyarbakır’dan Taşkent’e kadar uzanıyordu. Mezhebi Şii olan Şah İsmail, bu mezhebi yayarak adeta mezhebini Safevi Devleti ile özdeşleştirmeye çalışmıştı. 10–12 kadar devletin topraklarını kendi sınırları içine sokan Şah İsma­il, idari ve askeri dehasıyla büyük bir imparatorluk kurmayı başar­mıştı. Ülkesinin genişleme ve kalkınmasını Şii mezhebinin yayıl­masında görmüş, varlığını buna bağlamıştı. OSMANLI ORDUSUNUN SAVAŞA HAZIRLANMASI, YIĞINAĞI, KARŞI TARAF YÖNÜNE YÜRÜYÜŞÜ:
Edirne şehrinde o yıl Yavuz Sultan Selim’in başkanlığında di­van toplandı. Sultan; divan mensuplarına Osmanlılarla İran ara­sında var olan bütün uzlaşmazlıkları birer birer anlattı: Devlet er­kânının ve komutanların da fikrini aldıktan sonra, fikir birliğine varılmış, İran’a savaş karan verilmişti. (1) Bu konuda Müftü Hamza Saru Görez’in fetvası ve İbni Kemal’in risalesi Osmanlıların fikirlerini aksettirmesi bakımından önemlidir; Müftü Hamza Saru Görez fetvasında: "... Biz dahi şeri’atiin hükmü ve kitablarımızun nakli ile fetva virdük ki ol zikr olunan taife kâfirler ve mülhidlerdür.... hem ehl-i fesaddur, iki cihetten katledilmeleri vâcibdür..." Öte yandan, İbn Kemal’in daha mufassal olarak kaleme aldığı risalesinde (Fi tekfiri-i refâviz), Şah İsmail ile ehl-i Şia hakkında­ki Sünni görüşü müşahede mümkündür. Bu risalede küfr ve irtidadına hükmedilen Şah İsmail ile askerlerine karşı açılacak savaş­ların diğer devletler ile yapılan harpler gibi cihâd sayılacağı belir­tiliyor, umumiyetle, Safevilerin öldürülmesinin caiz olup, malları­nın helâl, nikâhlarının ise batıl olduğu açıklanıyor idi. Hazırlıklara başlandı. Arkasından ordunun seferber olması için bütün eyaletlere haberler salınmış, Anadolu’da Bursa yakınındaki Yenişehir havalisi, yığmak yeri olarak bildirilmiş, orada toplanıl­ması emredilmişti. Edirne’deki ordu birliklerine silah ve cephane dağıtılmış, bu ordunun bütün ihtiyaçları üç gün içinde tamamlan­mıştı. Osmanlı ordusu, 19 Mart 1514 Pazartesi günü Edirne’den İs­tanbul’a doğru yürüyüşe geçirildi. Yürüyüşün onuncu günü 29 Mart’ta İstanbul’a varıldı. Eyüp-Kâğıthane bölgesinde ordugâha geçildi. Askerler istirahata bırakıldı. Padişah, devlet erkânı ve ko­mutanlarla birlikte Hazreti Ebâ Eyyüb el-Ensârî’nin kabirlerini zi­yaret ettiler. Kurbanlar kesilip fakirlere de pek çok sadaka dağıtıl­dı. Bilhassa Sünni ulemanın verdiği fetvalar üzerine büsbütün he­yecana gelen halk, Safevilere karşı sefere çıkan Selim’i görmek üzere Eyüp’ü doldurmuş, Haliç’i ise kayıklar istilâ etmişti. Yavuz Sultan Selim, ellerini açarak bütün inancı ve bağlılığı içinde Allah’a yalvardı: "Allah’ım... İslam’ın kurtarılması ve yükseltilmesi için, zaferin Osmanlılar tarafından kazanılmasını sağlamanı diliyorum" dedi. O günlerde Manisa Valisi olan oğlu Şehzade Süleyman, İstan­bul’a getirildi. Padişah vekilliğiyle İstanbul’da bırakıldı. Bir an ön­ce ordunun Anadolu’ya geçmesi için hazırlıklar hızlandırıldı. Ve bir sabah Yavuz Sultan Selim beraberindekilerle Beşiktaş’tan Üs­küdar’a geçti. Hedef bölgesi İran tarafları, o yıl çok kurak geçtiğinden ikmal sıkıntısı çekilmemesi için, deniz yoluyla Trabzon’a çok miktarda erzak gönderildi. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ordusuyla, gemilerle Anadolu yakasına geçmek üzere Gelibolu’ya geldiler. Ordu kısa zamanda Gelibolu’dan Çanakkale’ye geçirildi. Yığınak yerlerine hareket et­tirildi. Padişah; beraberlerindekilerle birlikte, Üsküdar’dan 21 Nisan 1514 günü yürüyüşe geçti. Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa, Anadolu askerinin bir bölümüyle Padişah’ı, Maltepe’de karşıladı. Bu sırada Bosna yar­dımcı kuvvetleri de orduya katıldı. 22 Nisan 1514 günü ordugâh civarında yakalanan bir İranlıya savaş ilan mektubu verilerek Şah İsmail’e gönderildi. Padişah ertesi günü ordu ile Bursa yönünde yü­rüyüşe geçti. Kısa bir süre sonra Yenişehir havalisine varıldı. Bu­rada Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa da ordusuyla padişah kuvvet­lerine katıldı. Yenişehir ovasında yığınağını tamamlayan ordu, pa­dişah tarafından denetlendi. Eksikler tamamlandı. Orduya lüzum­lu görülen her şey ikmal edilerek yürüyüşe devam edildi. 3 günlük bir yürüyüşten sonra Seyitgazi’ye gelindi. Burada 3 gün dinlenil­di ve hazırlıklar tamamlandı. Padişah bütün askere hitap ederek sa­vaşı anlattı ve onlara moral verdi. Mükâfatlar dağıtıldı. Ordu, Se­yitgazi’den sonra emniyet düzeni alınarak tekrar yürüyüşe geçildi. Vezirlerden DUKAKİN AHMET Paşa, 20.000 sipahiyle öncüye memur edildi. Sinop Valisi KARACA AHMED Paşa da 500 kadar akıncı süvari ile yürüyüşü kolaylaştırmak, karşı tarafın durumunu meydana çıkarmak, onlar hakkında bilgi edinmek ve esir ele geçir­mek görevleriyle, ordunun çok ilerisine, İran içlerine kadar sızmak şartıyla bir keşif grubu halinde ileri sürüldü. Arkadan büyük Os­manlı ordusu, Konya-Kayseri yoluyla Kayseri’ye doğru hareket etti. Yürüyüş esnasında yol boyunca gruplar halinde kuvvetler or­duya katılıyorlar, ordunun sayısını arttırıyorlardı. Birkaç gün de Kayseri’de dinlenildi. Yavuz bu duraklama sırasında, Zülkadiriye Hâkimi Alaüddevle ile bir konuşma yaptı. Kendisinden verebile­ceği kadar süvari kuvveti istedi. Alaüddevle yardım bulamadığı gi­bi, Osmanlı ordusunu geciktirme, karıştırma hareketleriyle kötülük yapmaktan çekinmedi. Osmanlı ordusu içinde bulunan bazı askerler, Şah İsmail’in üzerine gidilmemesini istiyorlar ve bunu açıkça gösteriyorlardı. Şah İsmail de bütün umudunu bu aradaki mesafeye bağlamış, mütemadiyen çekiliyorlardı. Osmanlı ordusu ise; zahmetli yürü­yüş ve yokluklar içinde devam eden bir yolculuk sonunda Sivas’a kadar gelmişti. Sivas’ta ordu sayıldı. 140.000 kişi olduğu anlaşıl­dı. (Hayreddin Efendi tarihinde 180.000 kadar diye yazılmış.) Ağırlık ve nakliye kolları ise 5000 araba, 6000 deve, orduyu arka­sından izliyordu. İkmal işlerine yardım, ordunun gerisinin emniye­tini sağlama maksadıyla, ordu içinden yaşları pek genç olanlarla çok yaşlı olanlardan 40.000 kişi ayrılmış, Kayseri, Tokat bölgesin­de bırakılmıştı. Sivas’ta son olarak ordu bir defa daha gözden ge­çirilmiş, eksikleri tamamlanmış, tekrar Erzincan’a doğru yürüyüşe geçilmişti. O yıllarda İran ve Kürdistan tarafları kuraklık yüzünden kıtlık içinde bulunuyordu. Bundan başka, Şah İsmail’in eniştesi Kürdistan Hâkimi Ahmet Han, Osmanlı ordusu yürüyüş kollarının önünden kaçarken gerisinde bıraktığı yerlerdeki köy ve kasabaları yakıyor, yıkıyor, taşıyamadığı iaşe maddelerini ve taşıma araçları­nı yok ederek, Osmanlı ordusunun yürüyüş yolunu boydan boya boşaltıyor, bu yüzden de erzak ve ihtiyaç maddelerini bulmakta müşkülat çekiliyordu. Yavuz Sultan Selim bu olacakları evvelden tasarlamış, icap eden tedbirleri de evvelden almıştı. Bu sebeple or­dunun bütün ihtiyaçları gemilerle deniz yolundan Trabzon’a geti­riliyor, oradan da katırlar sırtında orduya ulaştırılıyordu. Erzincan yakınlarına gelindiğinde Şah İsmail’e 3’üncü mektup da gönderildi. Bu mektupta Erzincan’a gelindiği bildiriliyor, sava­şa çağırıyordu. Nihayet YASSIÇİMEN denilen yerin yakınında ordugâha geçildi. 18 Temmuz 1514 günü İranlılar tarafından gön­derilen bir elçi, Yavuz’a Şah’ın cevabî mektubunu getirdi. Şah İs­mail, Yavuz’a atıp tutuyor, küfürler yağdırıyordu. Bu mektuptan ordunun haberi olmadı. Yalnız hareketler çabuklaştırıldı. Yeni ye­ni keşif kollan çıkarıldı. Bütün keşif kollan karşı devlet sınırlan içine sızdırıldı. Her taraf araştırılıyordu. Osmanlı ordusu da Erzin­can’dan sonra Erzurum-Eleşkirt üzerinde yürüyüşe geçirilmişti. Birçok zorluklara rağmen Safevileri bir an evvel meydana çıkar­mak için keşif kollan çıkarılıyordu. Şehsuvaroğlu Ali Bey ve Mihaloğlu Bali Bey, Feruştah Bey, süvari kuvvetleriyle ayrı ayrı yönlere gönderiliyor, bunlar savaşılacak Safevilerle temas kurmak bilgi edinmek için çabalayıp duruyorlardı. Bali Bey, Çemrik civarında rastladığı İranlı birkaç eri yakaladı, birkaçını sorularını cevaplandırması için sıkıştırdı, bazılarını da Padişah’a gönderdi. Ordu doğu yönüne yürüyüşe de­vam ediyor, bir an evvel Safevilere rastlamak ve saldırmak istiyor­du. Nihayet Otlukbeli savaşının yapıldığı Tercan Ovası’nda Eski-tepe’ye gelindi. Ordu dinlenirken, Trabzon Beylerbeyi Mustafa Bey, emirlerine verilen bir süvari birliğiyle Bayburt Kalesi’nin ele geçirilmesi için görevlendirildi. Süvari grubuyla bu yöne gönderil­di. Osmanlı ordusu da Azerbaycan yönüne yürüyüşe geçirildi. Sökmen (Mollasüleyman) denilen yere gelindiğinde, Gürcistan Hâkimi GÜZACA Bey tarafından gönderilen erzaklar, bu sırada yiyeceğe çok ihtiyaç duyulduğundan çok makbule geçmişti. Ay­lardan beri devam eden, yorgunluktan başka bir şey sağlamayan bir yolculuk askeri perişan etmişti. Hele Padişah’ın 40 menzile böldüğü yürüyüşle TEBRİZ’E gidildiği öğrenilince; asker ve hatta bazı komutanlar arasında moral bozukluğuna sebep olmuştu. Bık­kınlık son kertesine gelmişti. 4 aydan beri yolda oldukları halde bir türlü Şah İsmail’in ordusuna rastlayamamaları orduda huzursuzluk meydana getirmişti. Geri dönmek arzusuyla orduda ayaklanma noktasına bile gelinmişti. Yeniçerilerden bazılarının Padişah otağı­na kurşun atacak kadar ileri gittikleri görüldü. Bu durum karşısın­da Sultan Selim cesaretle otağından dışarı çıktı. Tek başına küheylanına (atına) bindi. Atının üzerinde dimdik dururken: "Asker kıyafetli korkaklar, beraberinde cesaret ve kahramanca savaşmak varken, inatla karşı mı çıkarsınız. Kansının koynunu sa­vaş alanına değişecek askere ihtiyacım yok. İsteyen geri dönsün. Buraya kadar geri dönmek için gelmedim. Bütün yokluklara, yor­gunluklara karşı koymadan zafer nasıl kazanılır? Hedefimize yak­laşmışken geriye dönmek büyük bir aşağılıktır. Cesaretleri kalma­mış, korkaklar, kahramanlıklarıyla Osmanlı Devleti’ni yükseltmek isteyenlerden ayrılsın. Ben kararımdan dönmem. Tek başıma da Şah İsmail’e karşı çıkarım" dedi ve atını sürdü gitti. Arkasından tuğlar, sancaklar, bölük bölük ordu, kaynayan ak köpüklü sel gibi kendisini takip edip yürüdü. Yürüyüş yolu üzerinde tararcasına Safevi ordusunu aramak için Mihaloğlu Mehmet Bey, Şehsuvaroğlu Ali Bey, Mihaloğlu Bali Bey’in keşif grubu Karakilise’ye yaklaştığı sırada Şah İsmail ordusuna mensup Komutan Kürşat’ı yakaladı. Meğer o da Osman­lı esiri yakalamak için yola çıkmış. Beraberindekilerle beraber Padişah’a gönderildi. Padişahın yaptığı soruşturmada; Şah’ın henüz Tebriz’de olduğunu öğrendi. Osmanlı ordusu. Sökmenden hareketten sonra, Karakilise’ye yaklaştığı sırada düşman içlerine gönderilen casuslardan Kürdistan Hâkimi Ustaçlıoğlu Ahmet Han’ın HUY yakınında Şahını bekle­diği. Şah’ın 60.000–70.000 kadar ordusuyla Çaldıran Ovası genel istikametinde yürüdüğü haberi geldi. Yavuz, ordusunu Karakili­se’ye doğru harekete geçirdi. Ordu ilerisinde keşif yapmak üzere görevlendirilen Mihaloğlu beraberindekilerden Bali Çavuş’la, Ustaçlıoğlu Ahmet Han’ın eyalet askerleriyle Huy denilen yerde bulunduğunu. Şah İsmail kuvvetlerinin de Huy’a geldiğini duyurdu. Osmanlı ordusu bu haber üzerine düşman tarafına doğru sürat­le ilerlemeye başladı. Ordu DANASAZI denilen yere geldiği sıra­da Şehsuvaroğlu Ali Bey’den, Bayezid kalesinin ele geçtiği müj­desi alındı. Nihayet Osmanlı ordusu 22 Ağustos 1514 günü Çaldı­ran ovasına vardı. Şah İsmail’in komuta ettiği İran ordusunun da ovaya hâkim tepelerde ordugâha geçmiş olduğu görüldü. Yavuz Sultan Selim Safevileri görür görmez, hemen harp meclisini topla­dı. Genel durum gözden geçirildi. Komutanların fikri alındı. Düş­mana hemen ertesi gün sabah fecriyle saldırıya geçmenin doğru olacağı, yoksa orduyu 24 saat dinlendirdikten sonra mı taarruza başlamanın doğru olacağı tartışıldı. Bazı komutanların; uzun bir zamandır durmaksızın yüründüğünü, askerlerin çok yorgun düş­tüğünü, hemen taarruza geçmenin doğru olamayacağını ileri sür­düler. Askerin dinlendirilmesinin daha uygun olacağını söyledi­ler. Fakat komutanlardan PİRİ Paşa; Osmanlı ordusu içinde az da olsa bilhassa akıncılarından bir kısmının Şii olduğu, ordu dinlen­dirmeye geçirilirse beyhude vakit kayıp edildiği gibi, bu adamla­rın Şah İsmail’le haberleşmeleri halinde ordugâhtan kaçabilecek­lerini veya isteksiz hareket edebileceklerini, bunun ordu için iyi olmayacağını, en iyi hal tarzının karşı tarafın hiç ummadığı ve beklemediği anda yapılacak taarruzun başarıya ulaşmayı sağla­yacağını söyledi. Padişah bu konuşmadan hoşnut oldu ve "İşte iyi bir komutanın düşüncesi" diyerek Piri Paşa’yı taltif etti ve ay­nı düşüncede olduğunu, derhal taarruza başlanılmasının doğru olacağını bildirdi. Derhal taarruza karar verildi. Birliklere emir­ler gönderildi. Osmanlı ordusu Çaldıran vadisini geçerken bir yandan da savaş tertiplerini almaya başladı. Osmanlı ordusunun dağlardan ovaya inişi ve intizamı Şah’ın dikkatini çekmişti. Osmanlı ordusu ile İran ordusunun harp tertibatı: Osmanlı ordusunun savaş tertip ve düzeni: Yavuz Sultan Se­lim, ordu Çaldıran ovasına inerken harp nizamının alınmasını emretmişti. Zeynel ve Sinan Paşaların komutasındaki Anadolu ve Karaman süvari birlikleri sağda, Hasan Paşa komutasındaki Rumeli kuvvetleri solda, yeniçeri askerleri ortada yerleştirilmiş bulunuyordu. Anadolu ve Rumeli azapları askerleri her iki yan kuvvetlerini takviye edecekti. Topçu kuvvetleri, her iki yan kuv­vetlerinin gerisinde ve birliklerin ilerisinde toplarını mevzilendirmiş bulunuyordu. Bu toplar zincirlerle birbirine bağlanmış, aşılmaz engeller haline getirilmişti. Ordu cephesinde şarampoller kazdırılarak, elde bulunan bütün arabalar da birbirine bağlandı. Cephenin önünde gayet kuvvetli engeller yapılmıştı. Bu muharebede harp kaidelerine bir yenilik bulunmuş, azap askerlerinin top mevzilerinin ilerisinde tertip alarak taarruza başlaması, düşman­la temasa gelince kısa bir mukavemetten sonra sağa, sola çekile­rek topların önünün açılması, bu suretle açıkta kalan düşmana topların ateş açmalarının sağlanması taktiği denenecekti. Çaldı­ran savaşında Osmanlı ordusunun sayısı 120.000 kadardı. Bu­nun, 80.000 kadarı süvari idi. İran ordusunun savaş tertibi (İki ordunun mukayesesi): Şah İsmail; Osmanlı ordusunda çok miktarda top olduğunu bi­liyordu. Buna karşı şöyle bir savaş tertibi aldırdı: Ordusunu ikiye böldü. Bu kuvvetlerinin sağda bulunanına kendisi komuta ediyor­du. Diğer bölümüne, solda bulunanına da eniştesi Kürdistan Hâki­mi Ustaçlı Ahmet Han komuta ediyordu. Bu düzenin sebebi ola­rak; iki ayrı yönden hareket edilecek, azap askerlerinin yapacakla­rı dikkatle izlenecek, bunlar iki yandan çevrilecek ve ele fırsat ge­çer geçmez, padişahın içinde bulunduğu yeniçerilerin üzerine saldırılacaktı. Osmanlı ordusunun atları yem ve ot yokluğundan bitkin, asker­leri ise uzun yürüyüşlerden çok yorgun düşünülüyor, aylardır çok zorluklarla karşı karşıya gelmiş olan bu ordunun iyi savaşamaya-cağı kanaati hâkim bulunuyordu. Düşünülmüyordu ki; Osmanlı or­dunun, insana yeni hayat veren Yavuz Sultan Selim’i vardı. Osmanlı ordusu, benliğiyle milletine ve Padişahına bağlı, şevk ve heyecan içinde savaşa hazır, sabırsızlıkla hücum anını bekli­yordu. Buna karşı Şah İsmail’in ordusunda ise; üstünlük ve mü­kemmeliyet görülüyordu. İran ordusundaki süvari sayısı Osmanlı ordusundaki kadardı. Askeri hiç yorgun değildi. Zinde idi. Moral­leri de çok üstündü. 70.000’den fazla süvari birlikleri binicilerinin kırmızı tüylerle süslü çelik başlıklarının çok uzaklardan bile pırıl pırıl parladığı görülüyordu. Hülasa İran ordusu mükemmel görü­nüşte, askerleri ise zafere inanmış halde idi. Bu hal Şah İsmail’i coşturuyor, zafer ümidini artırıyordu. Ustaçlıoğlu Ahmet, Bağdat, Meşhet ve Horasan hâkimleri olan komutanların savaş tecrübeleri çoktu. Bundan dolayı da zaferin kendi taraflarında olacağına inanıyorlardı. Yalnız İran ordusunun piyadesi çok az, Osmanlı ordu­sundaki pek çok topa karşılık verecek tek topları yoktu. ÇALDIRAN SAVAŞININ YAPILIŞI : 23 Ağustos 1514 sabahı; Yavuz Sultan Selim, ordusuna savaş tertibi aldırıp tam taarruza geçeceği zamanda, Şah İsmail orduları­nın sağ ve sol yan kuvvetleriyle saldırıya geçtiği görüldü. Osman­lı ordusu bu taarruza bütün şiddetiyle karşı koyarak püskürtmeyi başardı. Şah İsmail’in komuta ettiği kuvvetler Osmanlıların sol yan kuvvetlerine yaptıkları taarruzda bir başarı sağlayamazken, kudretle direnen Hasan Paşa kuvvetleri çokça zayiat vermiş bulu­nuyordu. Sağ yanda Sinan Paşa kuvvetlerine Kürdistan Hâkimi Ustaçlı Ahmet Han’ın kuvvetleri saldırmıştı. Sinan Paşa da top mevzilerinin önündeki azap askerlerinin yanlara doğru açılmaları­nı sağlamış, Ustaçlıoğlu Ahmet Han kuvvetleri, Osmanlı topçu-suyla karşı karşıya kalmıştı. Topçunun şiddetli ve öldürücü ateşiy­le kısa bir zaman içinde perişan edilerek dağıtılmışlardı. Sinan Pa­şa kuvvetlerinin karşı taarruzları ve düşman yanlarından kuşatıla­rak gerilerinin alınmasıyla İranlıların çoğu kılıçtan geçirildi. Bu ölüm kalım çarpışmasında, yığınlar halinde birbirlerinin üzerine düşen İranlı ölüler arasında Şah İsmail’in sağ kolu Ustaçlı Ahmet Han’ın ve daha birçok İranlı komutanların cesetleri de görülüyor­du. Komutanlarını yerde ölü olarak gören İranlı askerler ise panik halinde kaçmaya başladı. Onlar artık canlarını kurtarmaktan başka çare bulamıyorlardı. Bu durumu heyecanla izleyen Yavuz Sultan Selim, sağ yan kuvvetlerinin bu başarılarını görünce, sol yandaki Hasan Paşa kuvvetlerine kapıkulu askerlerinden takviyeler gön­derdi. Ve komutasındaki merkez kuvvetlerine ateş emri verdi. Ye­niçeriler gerilerden siperlere fırladılar, müthiş bir ateş savaşına başladılar. Bir yandan topçu ateşi, diğer yandan yeniçerilerin ateş­leri ve Hasan Paşa kuvvetlerinin düşmanın yanını kavrama ve ge­rilerine düşme fırsatı Şah İsmail’in bütün gayretlerini boşa çıkardı. Mukadder sonuç görülmeye başlandı. İran ordusu gittikçe çok kö­tü duruma düşüyordu. Boğaz boğaza ölüm kalım mücadelesi veril­diği sırada kolundan ve bacağından yara alan Şah İsmail, bir an muvazenesini kaybederek attan düştü. Şah İsmail’i esir almak için Osmanlı askerleri ileri atıldı. Bu sırada Şah’ın yakını ve kendisine çok benzeyen MİRZA ALİ ’Şah menem’ diye ileriye atıldı. Ve kendini feda etti. Şah İsmail’i koruyanlar ise bu durumdan fayda­lanarak Şah’ı bir ata bindirip kaçırdılar. İki yanından çevrilen İran ordusu da canını dişine takarak birkaç saat boğaz boğaza kıran kı­rana bir çarpışmadan sonra kaçışmaya başladılar. Her iki ordudan da büyük kayıplar verilmişti. Osmanlı ordusundan 10 kadar bey­lerbeyi, yüzlerce sancak beyi kayıplarımız arasında idi. İran ordu­sundan binlerce ölü arasından en az 14 kadar han cansız yerde ya­tıyorlardı. Şah İsmail ise gece karanlığından faydalanarak gece bo­yunca kaçırıldı. Sabaha karşı Tebriz’e varmıştı. Şah İsmail bu korkunç badireden canlı kurtulduğu için, elleri­ni açıp Allah’a şükürler ediyor, hiç aklından geçirmediği bu müthiş yenilgiye acı acı ağlıyordu. Tebriz’de kalmayı çok tehlikeli görmüş, İran içlerine kaçmayı uygun bulmuştu. Çünkü artık Os­manlılara karşı koyacak kuvveti kalmamış, kolu kanadı kırılmış, perişan olmuştu. Savaş alanı akşamın gurubuna yakın, muzaffer Osmanlı silah­larına terk edilmişti. Bu suretle Osmanlı ordusu yine pek parlak bir zafer kazanmıştı. Yıllardan beri zihinleri kurcalayan bu büyük me­sele birkaç saat içinde halledilmişti. Şah İsmail Safevi’nin kaçar­ken otağında bıraktığı karısı TAÇLI HANIM ve yanında birçok kıymetli esirler. Padişah’ın huzuruna getirilmişti. Şah İsmail’in ça­dır dolu hazinesi, tahtı ve bütün ağırlıklarıyla Osmanlıların eline geçmişti. (Bu ganimetler hâlâ TOPKAPI SARAYI müzesinde bu­lunmaktadır.) Bu büyük zaferden sonra orduya dinlenme, yaralarını sarmak için fırsat verildi. Çaldıran ovasının uygun bir yerinde çadırlar ku­ruldu. Yavuz Sultan Selim ise otağı hümayununda ele geçirilen esirlerle Şah’ın koruyucularını sorguya çekiyordu. SONUÇ: İki günlük bir dinlenmeden sonra Osmanlı ordusu. Çaldıran ovasından İran’ın başşehri TEBRİZ’E doğru yürüyüşe geçirildi. Kısa bir süre sonra hiç mukavemete rastlanmadan Tebriz’e varıldı. Ordu, Tebriz’e girmeden önce, Vezir DUKAKİN AHMED Paşa ile Defterdar PİRİ Paşa ve tarih yazarı İdris-i Bitlisi şehre girerek, şehrin anahtarını istediler. Bu anahtarlar kendilerine saygı ile ve­rildi. Bu sırada Osmanlı ordusu, Huy-Bağdat-Ogal-Hacıbelli-Yediçeşme-Sultaniye yoluyla yürüyerek 6 Eylül 1514 günü tam 5 günde Tebriz önlerine gelmiş bulunuyordu. Yavuz Sultan Selim’in gelişini Tebriz halkı surlar dışından itibaren yığınlar halinde sami­mi ve candan alkışlayarak karşıladılar. O devirlerde dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan ve bir milyondan fazla insanın yaşa­dığı bu büyük şehirde 8 Eylül 1514 Cuma günü şehrin büyük ca­miinde, Padişah ve bütün komutanlar hazır bulundukları halde halkla birlikte cuma namazı kılındı. İmam hutbesinde; Sultan-ı Rum Selim i’bnü Bayezid adına Sünni şartlara göre atıfta bulundu. O sırada bir ilim ve güzel sanatlar şehri olan TEBRİZ şehrinde top­lanan en iyi 1000 kadar âlim, şair ve müzehhib minyatürü kendile­rinden faydalanmak üzere İstanbul’a gönderildi. Savaştan sonra Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa bir derece yükseltilerek Rumeli Beylerbeyliği’ne, Karaman Beylerbeyi Zeynel Paşa Anadolu Bey­lerbeyliği’ne. birçok komutan da sancak beyliklerine yükseltildi­ler. Aynı zamanda bütün ülkeye ve dünyanın dost devletlerine za­fer duyuruldu. Daha sonra Osmanlı ordusu padişahlarıyla birlikte geldiği yollardan İstanbul’a döndü. Bu savaştan sonra Safeviler, Orta Anadolu’da hareketsiz kaldılar, 20 yıldan fazla bir zaman İran artık Osmanlı Devleti’ne başkaldıracak gücü kendinde bulamadı. Anadolu’nun birliği yolunda atılmış en önemli bir adım olan ÇALDIRAN ZAFERİ, Türk harp tarihinde, savaş sanatı bakımından şa­heser örneklerinden biri olarak kaldı. Yavuz Sultan Selim de gö­nüllerde en büyük, en ünlü başkomutanlar arasında yer aldı. Mütalaa: Çaldıran Meydan muharebesi; Türk askerinin, Türk komutanı­nın kahramanlık, üstün zekâ, cesaret eseri olarak büyük bir zafer­le sonuçlanmış savaşlarından biridir. Yavuz Sultan Selim’in askeri dehası ve savaş sanatındaki üs­tünlüğü bu savaşta meydana çıkmış, daha büyük zaferlerin müjde­cisi olmuştur. Savaştan evvel meydana konan stratejik üstünlük, susuz, kurak, iaşe temini güçlüğü içinde uzun yürüyüşlerle daya­nıklılığı, Yavuz’un tükenmez iradesinde aramak ve bir örnek ka­bul etmek lâzımdır. Yavuz Selim; savaşın en önemli ve müthiş durumlarında bü­yük tehlikelere karşı metanetini kaybetmeden, tesirli sözleri ve ör­nek hareketleriyle düzeni bozulmuş askerini yeni buluş ve düzen­lemelerle iyiye götüren bir komutandır. Kısacası; Yavuz Sultan Selim, bir savaş dehası idi. Bilhassa üstün vasıflarıyla, Çaldıran ovasında ve bu savaştan sonra yapacakları bütün savaşlarda karşı­sına çıkacak bütün düşmanlarını önünde dize getirecek, milletini ve kahraman ordusunu zaferden zafere koşturacaktır.
 
  Bugün 80 ziyaretçi (153 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol